Atatürk Sonrası iç ve Dış Politika

ATATÜRK  DÖNEMİ  SONRASI  TÜRKİYE

 

A)İnönü Dönemi İç Politikası

 

Atatürk’ün ölümünün ertesi günü, 11 Kasım 1938’de İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığına seçilmesiyle, Türkiye’de yeni bir dönem başlamıştır. İsmet İnönü, Atatürk kadar karizmatik özellikler taşımasa da, Kurtuluş Savaşı yıllarındaki başarıları ve CHP içindeki etkinliği ile 1950 yıllarına kadar ülkeyi tek başına yönetmeyi başarmış ve bu döneme damgasını vurmuştur. 1924 anayasasının cumhurbaşkanına verdiği yetkilerin sınırlı olmasına rağmen, İsmet Paşa CHP ve meclis içindeki gücünü korumuş, “Milli Şef” ve “Değişmez Genel Başkan” sıfatlarıyla ülkenin kaderini doğrudan etkilemiştir.

 

İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı ile ilgili dönemin temel meseleleri,  II.Dünya Savaşı ve Çok Partili Siyasî Hayata Geçilmesidir.

 

İnönü 1939’a kadar Atatürk’ün son başbakanı Celal Bayar ile çalışmıştır. Dış politika ilkeleri ve ekonomik politikaları farklı olan bu iki devlet adamı, iki ay kadar devletin zirvesinde bulunan ilk iki ismi oluşturmuşlardır. Ancak iki ay sonra Celal Bayar kabinesinde iki önemli değişiklik yapılmış, Dışişleri ve İçişleri Bakanları İnönü’nün benimsediği isimlerle değiştirilmiştir. Bu değişiklikler İnönü döneminde iç ve dış politikada Atatürk  döneminden farklı bir siyaset izleneceğinin göstergesidir. Bu dönemde yaşanan bir diğer önemli gelişme de, 26 Ararlık 1938’deki CHP. Olağanüstü Kurultayının toplanmasıdır.Bu kurultayda İsmet İnönü “Değişmez Genel Başkan e Millî Şef” ilan edilmiştir. Böylece İsmet Paşa’nın yaklaşık 12 yıl sürecek olan “Millî Şef ” lik dönemi başlamıştır. Bu durumdan memnun olmayan Celal Bayar’ın Başbakanlıktan ayrılmasıyla, 25 Ocak 1939’da Refik Saydam yeni hükümeti kurmuştur.

 

İsmet Paşa’nın Cumhurbaşkanlığının ilk yılları, II. Dünya savaşı yılları olduğu için, tüm ekonomik ve siyasî girişimler, bu dönemde Türkiye’yi bu savaşın olumsuz etkilerinden uzak tutmak adına gerçekleştirilmiştir. Ne zaman biteceği bilinmeyen bu savaş yüzünden çok sayıda genç askere alınmış, temel ürünlerle ilgili olarak devlet stokları geniş tutulmuştur. Bunlar iç piyasada büyük bir darlığın yaşanmasına ve fiyatların olağanüstü artmasına yol açmıştır.Hükümet karaborsacılarla ve stokçularla yoğun bir biçimde uğraşmışsa da, bu mücadelede toplumun geniş katmanlarını memnun edecek bir başarı elde edilememiştir. 1942’de Refik Saydam’ın ölümü üzerine Şükrü Saraçoğlu Başbakan olmuştur. Bu yılların en önemli olayı  Varlık Vergisi  Kanunu’nun çıkarılmasıdır. Servetlerin bir defaya mahsus vergilendirildiği, vergisini ödemeyenlerin bedensel çalışmaya tâbi tutulduğu bu uygulama, büyük tartışmalara yol açmış ve 1944 yılı başlarında kaldırılmıştır. Tarım kesimiyle ilgili olarak ise Nisan 1944’de Aşar vergisinin bir benzeri olan “Toprak Mahsulleri Vergisi Kanunu” çıkarılmıştır.Gerek Varlık vergisi, gerekse 1946’da kaldırılan Toprak Mahsulleri vergisi halkın İnönü dönemi hükümetlerinden soğumasından başka önemli bir sonuç doğurmamıştır. Ekonomik alandaki tüm olumsuzluklara rağmen, bu dönemde Türkiye silah sanayiinde kullanılan kromu, savaşan ülkelere satarak döviz rezervlerinde olağanüstü bir artış yaşamıştır.

 

İnönü döneminde, Atatürk döneminde başlatılan eğitim faaliyetlerine, özellikle kırsal kesim ağırlıklı olarak hız verilmiş ve Köy Enstitüleri projesi hayata kazandırılıştır. Kırsal kesimle ilgili olarak bu dönemde Toprak ve Tarım Reformu çalışmalarına yeniden hız verilmiş ve topraksız köylü bırakılamaması arzulanmıştır. Ancak geniş arazi sahiplerinin tepkisi ve konuyla ilgili alt yapı yetersizlikleri yüzünden bu proje başarıya ulaştırılamamıştır. Bu dönemde yine eğitim alanında klasik müzik eğitimine önem verilmesi, tiyatronun yaygınlaştırılması, kütüphaneler açılması, doğu ve batı klasiklerinin Türkçe’ye kazandırılmasına yönelik çalışmalar yapılmıştır.

 

İnönü döneminin iç politikadaki en kayda değer olayı ise, çok partili siyasi hayata geçiş için atılan adımlardır. 1939 Mayıs’ında toplanan CHP 5. Kurultayı’nda hükümeti denetlemekle görevli 21 kişilik bir Müstakil Grup kurulmuştur. Ancak hükümeti denetlemek işlevini üstlenen bu grup,CHP’nin doğrudan denetiminde olduğu için demokrasi konusunda beklenen faydayı sağlayamamıştır. İnönü döneminde, Atatürk döneminde siyasetten uzaklaştırılmış olan Kazım Karabekir, Fethi Okyar, Rauf Orbay ve Ali Fuat Cebesoy gibi isimler, yeniden milletvekili yapılarak, bir yumuşama sağlanmıştır. Fakat demokrasi yolunda asıl ciddî ve kalıcı girişim, 1945’de iç ve dış dinamiklerin etkisiyle gerçekleşmiştir. Terakkiperver C. Fırkası ve Serbest C. Fırkası denemelerinin bıraktığı heyecanın halen sürdüğü Türkiye’de, İnönü dönemi hükümetlerini yeniden çok partili siyasî hayata geçme kararına iten iç dinamiklerin başında, savaş yıllarında uygulanan ve özellikle kırsal kesimde yaşayanlarla, esnaf-tüccar kesimini memnun etmeyen ekonomik politikaların bu kesimlerde yarattığı huzursuzluk gelmektedir.Bir başka iç dinamik ise 1923’den beri iktidarda bulunan CHP’nin ciddi bir yıpranma sürecine girmesi ve kendini yenileme ihtiyacı duymasıdır.

 

Türkiye’nin demokrasiye yönelmesinde etkili olan dış dinamiklerin başında ise II. Dünya Savaşı’nı ABD, İngiltere, Fransa gibi demokrasiyi savunan ülkelerin kazanması gelmektedir. II. Dünya Savaşı’nın sonu ile birlikte dünyada yeni dengeler oluşmaktadır. Türkiye’nin bu yeni oluşumun içinde yer alabilmesi ise, Batı’nın her alandaki standartlarını benimsemesi ile yakından ilgilidir. Ancak Türkiye’nin Batı’ya yönelmesini hızlandıran asıl önemli gelişme 1945 yılındaki Sovyet tehdididir. Stalin yönetimindeki S. Rusya’nın 1925 yılında Türkiye ile yapılan antlaşmayı uzatmayacağını açıklaması, bununla yetinmeyerek Kars, Ardahan, Artvin’i isteyen ve boğazların ortaklaşa savunulmasını öngören bir nota vermesi Türkiye’de tepkiye neden olmuştur.

 

Bu iç ve dış gelişmelere bağlı olarak Türkiye’de CHP. Dışında başka siyasî partilerin de kurulması gerektiği yolunda ilk ciddi açıklama, B. Milletler Örgütü’nün kuruluşu için San Francisco’da bulunan Türk heyetinden gelmiştir. İsmet Paşa da II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle ilgili olarak yaptığı konuşmada, “demokrasiye geçileceğini” açıklamıştır.Bu konudaki bir başka önemli adım da,  Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü’nün CHP Meclis Grubu Başkanlığına erdiği “Dörtlü Takrir”dir. Bu ılımlı havanın etkisiyle 18 Temmuz 1945’de “Millî Kalkınma Partisi” kurulmuştur. 7 Ocak 1946’da CHP’den ayrılmış olan Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat köprülü’nün önderliğinde “Demokrat Parti”’nin kurulmasıyla artık demokrasiye geçiş çabaları, geri dönülmez bir seviyeye gelmiştir.

 

Savaş yıllarında ihmal edilen kırsal kesim insanlarıyla, yine savaştan olumsuz yönde etkilenen büyük ve küçük sermaye çevreleri için bir umut ışığı olan Demokrat Parti, aynı zamanda demokrasiye özlem duyanlar için de ideal bir siyasî platform olarak görülmekteydi. D.P.’nin kurulmasından kısa bir süre sonra 1946 Temmuz’unda ilk tek dereceli ve çok partili seçimler yapılmıştır. Açık oy-gizli tasnif yöntemiyle yapılan bu seçimlerde D.P.’nin halktan gördüğü yoğun ilginin henüz sandığa yansımamış olduğu  görülmüş ve CHP 390, DP ise 66 milletvekilliği kazanmıştır.

 

1946 seçimlerinden sonra kan değişikliğine gitmek isteyen İnönü, Saraçoğlu’nun yerine Recep Peker’i başbakanlığa getirmişse de, D.P.’nin büyümesine engel olamamıştır. Bir süre sonra Recep Peker’in istifası üzerine 1947’de Hasan Saka yeni hükümeti kurmuştur. Bu arada D.P.’de huzurlu değildir. Bu partiden de Fevzi Çakmak’ın önderliğinde ılımlı bir grup ayrılarak, 1948’de “Millet Partisi”’ni kurmuştur.

 

CHP. Cephesinde Hasan Saka’nın da istifasıyla, İnönü’nün son başbakanı olan Şemsettin Günaltay yeni hükümeti kurmuştur. 1950’de yapılan genel seçimlerde, seçim sisteminde değişikliğe gidilerek, çoğunluk sistemine dayanan ancak gizli oy-açık tasnif usulüne göre seçim gerçekleşmiştir. Bu seçimlerde büyük bir üstünlük sağlayan D.P. % 53.3 oy oranıyla, 408 milletvekili çıkarmıştır. Böylece CHP iktidarı D.P.’ye devretmiştir.

 

Demokrat Parti Dönemi (14 Mayıs 1950-27 Mayıs 1960)

 

1950 seçimleri sonrasında İnönü’nün Cumhurbaşkanlığından ayrılması ile Celal Bayar Türkiye’nin üçüncü cumhurbaşkanı olarak göreve başlamıştır. Adnan Menderes ise başbakan olarak atanmıştır. D.P.’nin ilk yıllarında  dışarıdan, özellikle ABD’den gelen yardımlar sayesinde görülmemiş bir bolluk yaşanmıştır. 1952’de Türkiye’nin Nato’ya girmesiyle, II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan yalnızlık da sona ermiştir.Doğal olarak bu gelişme iç politikaya da yansımış ve D.P.’nin gücü ve halktan aldığı destek artmıştır.

{goster}Yazının Devamı İçin Üye Girişi Yapın yada Kayıt Olun !{/goster}
{gizle}

D.P.’nin iktidar gelmesiyle birlikte 1923’den beri uygulanan denk bütçe ilkesinden vazgeçilmiş, para ve maliye politikası kökten değiştirilmiştir. Ekonomik canlanmayı gerçekleştirmeye çalışan yeni hükümet, harcamalarını artırmıştır.D.P.’nin ekonomideki temel hedefi, ekonomik kurumsallaşmayı gerçekleştirmek ve özel sektörün gelişmesine öncelik tanımaktır. İlk yıllarda ekonomide büyük bir canlanma yaşanmış, millî gelirde %15’lik bir artış görülmüştür. Fakat 1954 yılından sonra özellikle dış ticarette denge bozulmaya başlamış ve hükümet kaçınılmaz olarak dış borçlanmaya yönelmiştir. Bu borçlanma siyaseti 1958’de devalüasyona, yani Türk parasının değer kaybetmesine yol açmıştır.

 

Kırsal kesimde de D.P.’nin iktidara gelmesiyle canlanma yaşanmış, özellikle Marshall yardımı sayesinde başta traktör olmak üzere, tarım aletlerinin yaygınlaştırılması gerçekleştirilmiştir. (1948’de 1800 traktör var iken, 1957’de 44.000 traktöre ulaşılmıştır.)

 

D.P., Sanayileşme konusunda önceliği özel sektöre vermekle birlikte, devlete it kuruluşları genişletmek ve yeni fabrikalar açmaktan da geri durmamıştır. Bu dönemde açılan  bazı devlet işletmeleri şunlardır. MKE (1950), Denizcilik Bankası (1951), EBK (1952), DMO (1954), TPAO (1954), Türkiye Selüloz ve Kağıt Fab. (1955) ve Ereğli Demir ve Çelik Fab.(1960) ‘dır. Ancak 1957’den sonra dış kredi alınmasının zorlaşması, ekonomik durumu olumsuz yönde etkilemiş ve yatırımlarda ciddi bir azalma görülmüştür.

 

DP. döneminde ulaşım sektöründe de gelişmeler yaşanmış, ancak bu dönemde Atatürk ve İnönü dönemlerinin aksine demiryollarına değil, karayolu yapımına öncelik verilmiştir.DP. döneminin eğitim politikası da CHP’den farklı olmuştur. Atatürk döneminde açılmış olan  Halkevlerinin 1951 yılında kapatılması ve İnönü döneminde kurulan Köy Enstitüleri’nin kapatılarak İlkokula dönüştürülmesi bu farklı politikanın en çarpıcı örnekleridir. Bununla birlikte bu dönemde ilk ve orta öğretimde okul, öğrenci ve öğretmen sayısında önemli artış yaşanmıştır. 1957’de O.D.T.Ü.,1958’de ise Erzurum Atatürk Ün. açılmıştır.

 

Olumlu ve olumsuz çeşitli gelişmeler karşısında DP. Yöneticilerinin iktidara yeterince hazırlıklı olmamaları ve CHP’nin muhalefet deneyimsizliği iki siyasî parti arasındaki ilişkileri gün geçtikçe gerginleştirmiş ve ülke kısa sürede kısır siyasî çekişmelere sürüklenmiştir. 1951’de Halkevlerinin devletleştirilmesi ve malvarlığının hazineye aktarılması, 1953’de CHP’nin tüm malvarlığının “Haksız kazanç” iddiasıyla hazineye geçirilmesi, 1954’de Köy Enstitüleri’nin kapatılması, basın üzerindeki baskıların artırılması iktidar-muhalefet ilişkilerini kopma noktasına getirmiştir.DP’nin “devr-i sabık” yaratma politikası, CHP’nin iyice hırçınlaşmasına yol açmıştır.

 

Bu ortamda yapılan 1954 seçimlerini yine DP kazanmıştır.CHP’nin bu seçimlerde meclisteki milletvekili sayısı 31’e düşmüştür. DP’nin gücünü artırmış olması, toplumun DP’nin uyguladığı politikayı desteklediği anlamına gelmekteydi. Bu nedenle DP, muhalefet üzerindeki baskısını, 1954’den sonra daha da  artırmıştır. Gazetecilere hapis ve para cezalarının verilmesiyle, CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek’in bir gün göz altında tutulması ve daha sonra 6 ay hapis cezasına çarptırılması iktidar-muhalefet ilişkilerini iyice çıkmaza sürüklemiştir. 1954-57 arasında DP iktidarın belki de en önemi olayı, 6 / 7 Eylül olaylarıdır. 6 Eylül 1955’de Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atıldığı yönünde çıkan haberler üzerine, galeyana gelen bir grup tarafından İstanbul’daki  Rumların ev ve işyerleri tahrip edilmiş, mezarlık ve kiliseleri yağmalanmıştır. Ordu birliklerinin müdahalesiyle bastırılan olaylar sonucunda, sıkıyönetim ilân edilmişse de, Türkiye’nin dış politikada aldığı yara kapatılamamıştır.

 

DP-CHP gerginliğinin artması yüzünden seçimler bir yıl önceye alınarak 1957’de yapılmış DP seçimleri kazanmışsa da,oylarında belirli bir düşüş yaşanmıştır. Bu yeni dönemde DP, ortaya çıkan ekonomik bunalım karşısında çaresiz kalmış ve IMF ile Dünya Bankası’nın dayatmalarına direnememiştir.1958’de Irak’ta bir askerî darbe ile ordunun yönetime el koyması Menderes iktidarını kuşkuya kapılmaya itmiş ve DP potansiyel bir tehlike olarak gördüğü CHP üzerindeki baskılarını artırmıştır. Bu kuşku 1958’de Vatan Cephesi’nin DP tarafından kurulmasına yol açmış, siyasal kamplaşma, dolayısıyla gerginlik iyice büyümüştür.DP iktidarının sonunu hazırlayan gelişme ise 1960’da kurulan Tahkikat Komisyonu’dur. Başta CHP olmak üzere meclis içi ve dışı tüm muhalefeti her türlü siyasî faaliyetten uzaklaştırmayı hedefleyen bu komisyon, sorunları çözemediği gibi, üniversite öğrencilerinin sokağa dökülmesine neden olmuştur. 28 Nisan 1960’da İstanbul Üniversitesi’nde bir öğrencinin öldüğü ve çok sayıda öğrencinin yaralandığı olaylar sonunda sıkıyönetim ilân edilmişse de, olaylar Ankara’ya sıçramıştır. 21 Mayıs’ta Ankara!da Harp Okulu öğrencilerinin yapmış olduğu yürüyüşle verilen mesajın, iktidar tarafından anlaşılamamasından kısa süre sonra, 27 Mayıs 1960’da gerçekleştirilen bir askerî darbe sonucu DP iktidarına son verilmiş, Celal Bayar ve Adnan Menderes görevlerinden ayrılmak zorunda kalmışlardır.

 

İnönü Dönemi Türk-Dış Politikası

a-)II.Dünya Savaşı Yılları

 

Türkiye II. Dünya Savaşı’nda coğrafi konumu yüzünden revizyonist ve antirevizyonist devletlerin, kendisini yanlarında savaşa sokmak amacıyla uyguladıkları yoğun baskılarla karşı karşıya  kalmıştır. Türkiye’nin savaşan tarafların baskıları karşısındaki politikası, tarafsız kalmaktır.

 

1-)Sovyet-Alman İttifakı Döneminde Türkiye:

 

Türkiye,İngiltere ve Fransa ile 1939’da Üçlü İttifakı imzaladığı sırada, II. Dünya Savaşı başlamıştı. Bu arada Almanlara yenilen Polonya, Almanya ile S.Rusya arasında paylaşılmış, Sovyetler Baltık Devletlerinde üstler edinmişti Türkiye antirevizyonist devletlere sempatik bakmakla birlikte bu savaşta yer almamak niyetindeydi.Ancak 1940 Mayıs’ında Almanya’nın Fransa’ya saldırması, İtalya’nın da Almanya’nın yanında yer almasıyla savaş Akdeniz’e de yayılmıştır. Bu durumda İngiltere ve Fransa, Üçlü İttifak gereği Türkiye’nin de savaşa katılmasını istemişlerdir. Ancak S.Birliği’nden duyduğu endişe yüzünden Türkiye müttefiklerin bu isteğini yerine getirmemiş, bu arada Fransa Almanya tarafından saf dışı edilmiş, yalnız kalan İngiltere’de bu istekte fazla ısrarcı olmamıştır.

Ekim 1940’da İtalya’nın Yunanistan’a saldırması, 1941’den itibaren Almanya’nın Balkanlara inmesi Türkiye ile birlikte İngiltere ve Sovyetleri de telaşlandırmıştır. Bu durum Almanya ile Sovyetler arasında gittikçe artan bir nüfuz çatışmasına yol açmış ve bu gelişme Türk-Sovyet ilişkilerinin düzelmesine neden olmuştur.Bu dönemde İngiltere tekrar Türkiye’yi savaşa girme konusunda zorlamaya başlamıştır. Ancak Türkiye yeteri hazırlığı olmadığı gerekçesiyle bu talebi de reddetmiştir.Bu arada Almanya ile Sovyetlerin arası iyice bozulmuştur.

 

2-Alman-Sovyet Savaşı ve Türkiye:

 

1940 yılı Aralık ayında Alman Başbakanı Hitler, Sovyet Rusya’ya savaş açmaya karar vermiştir. Almanya ile ilişkileri bozuldukça Türkiye’ye yaklaşan Sovyetler, bu gelişme üzerine bir bildiri yayınlayarak,Türkiye ile 1925’de yaptıkları “Saldırmazlık Antlaşması”nın yürürlükte olduğunu ilân etmişlerdir Böylece Türkiye üzerindeki Sovyet tehdidi büyük ölçüde kalkmıştır.Buna karşılık Türkiye bu sefer de Alman baskısı ile karşı karşıya kalmıştır.Almanya’nın, S. Rusya’ya saldırmasıyla Türkiye büyük  ölçüde rahatlamıştır.Ancak bu sefer de Türkiye, I. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi, İngiltere’nin boğazlar üzerinde Rusya’ya taviz vermesinden korkmuştur.S.Birliği ile İngiltere’nin Montrö Sözleşmesine saygılı olduklarını ilân eden ortak notasıyla, bu sıkıntıda halledilmiştir.

 

3-Antirevizyonistlerin Türkiye’yi Savaşa Sokma Çabaları:

ABD’nin, Japonya’nın Pearl Harbour baskını üzerine savaşa katılması sonucu, İngiliz-ABD-Sovyet işbirliği süreci başlamış ve savaşın bu devresinde başta İngiltere olmak üzere, müttefikler Türkiye’ye savaşa girme konusunda yeniden baskı yapmaya başlamışlardır. Müttefikler özellikle K.Afrika’da yenilen Almanya’yı, Balkanlardan atmak için, Avrupa ve Balkanlarda Almanya’ya karşı girişecekleri savaşlarda, Türkiye’nin de yer alması görüşündedirler.Müttefiklerin bu kararı 1943’de Adana’ya gelen Churchill tarafından Cumhurbaşkanı İnönü’ye iletilmiştir.Almanların Stalingrad’da durdurulmasıyla Sovyetlerin tavrı değişmiştir.

 

4-Yalta Konferansı ve Türkiye’nin Savaşa Girmesi:

 

4-11 Şubat 1945’de yapılan Yalta Konferansı’nda, San Franssısco’da toplanacak olan Birleşmiş Milletler Konferansı’na kurucu üye olarak katılacak devletlerin, 1 Mart 1945’den önce revizyonist devletlere savaş açmış olmaları şartını kabul etmiştir.Bunun üzerine Türkiye 23 Şubat 1945’de Almanya ve Japonya’ya savaş ilan ederek, Yalta  Konferansı’nın kararlarına uyan bir devlet olarak Birleşmiş Milletlerin kurucu üyeleri arasında yer alma hakkını kazanmıştır. 10 Ağustos 1945 de Japonya’nın teslim olması ile II. D.Savaşı sona ermiştir.

 

II. Dünya Savaşı’ndan Sonra Türk Dış Politikası

 

II.Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle uluslararası sistem ciddi bir yapısal değişime uğramıştır. Uluslararası sistemdeki bu köklü değişiklik ülkelerin dış politikalarına yansırken, Türkiye’nin dış ilişkilerinin yeniden düzenlenmesinde etkili olmuştur.Nitekim II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin dış politikasına egemen olan ve ona yön veren esas unsur, savaş sonrası Avrupa dengesinde meydana gelen boşluklardan yararlanan Sovyetler Birliği’nin Türkiye üzerindeki istekleridir.

 

A-) Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den İstedikleri

 

II.Dünya Savaşı yıllarında Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye yönelik politikası cephe durumlarına göre değişiklikler göstermiş, savaş sonunda gerçek niteliğini kazanmıştır.Sovyet Hükümeti 1945’de, 17 Aralık 1925 tarihli “Türk-Sovyet Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması”nı günün şartlarına ve II. Dünya Savaşı sonunda ortaya çıkan duruma uymadığı gerekçesiyle feshetmiştir.Türkiye iki ülke arasında dostluk ve iyi ilişkilerin devamı için yeni bir antlaşma yapılabileceğini Sovyetlere bildirmişse de, çok geçmeden Sovyetlerle, Türkiye’nin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünden bazı tavizler vermeden anlaşılamayacağı ortaya çıkmıştır. Çünkü Rus yetkili Molotov, Türkiye’nin Sovyet büyükelçisine 7 Haziran 1945’de, iki  ülke arasında yeni bir antlaşma yapılabilmesi için,Boğazların Türkiye ile birlikte savunulması, bunu sağlamak için Sovyetlerle boğazlarda deniz ve kara üstleri verilmesi,Kars ve Ardahan’ın Sovyetlere iade edilmesi gerektiğini bildirmiştir. Türkiye’nin kabul edilmesi mümkün olmayan bu istekleri reddetmesi üzerine, 1945 Haziran’ından itibaren Sovyetler tarafından Türkiye’ye siyasî baskı uygulanmaya başlanmıştır.

 

ABD ve İngiltere’nin, Sovyetler Birliği ile savaş sonunda işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla yaptıkları Postdam Konferansı’nda görüşülen en önemli meselelerden biri Türk boğazlarının durumu olmuştur. Konferansta Sovyetler, Boğazlar meselesinin sadece Türkiye ile kendisini ilgilendiren bir mesele olduğunu belirterek,boğazlarda askerî üstler istemiştir. Sovyetler Postdam Konferansı’ndan bir yıl sonra 8 Ağustos 1946’da, Boğazlar ile ilgili görüşlerini içeren bir notayı Türkiye’ye vermiştir. Sovyetler bu notada; II.Dünya Savaşı sırasında meydana gelen olayların, Montrö Sözleşmesi’nin Karadeniz devletlerinin güvenliğini sağlamakta yetersiz kaldığını ileri sürerek, Boğazlardan geçiş rejimini düzenleme yetkisinin, Türkiye ile Karadeniz devletlerine ait olmasını, boğazların Türkiye ile S.Birliği tarafından ortaklaşa savunulmasını istemiştir. Sovyetlerin bu notası üzerine ABD ve İngiltere ile durumu görüşen Türkiye, bu istekleri reddetmiştir.Sovyetler bu isteklerini Türkiye’ye kabul ettirmek için siyasî baskı yapmaya devam etmiş,24 Eylül 1946’da ikinci bir nota vermiştir.Bu baskılar karşısında Türkiye, İngiltere ve ABD’nin desteğini sağlamak amacıyla faaliyetlerini artırmıştır.

 

a-)ABD’nin Türkiye’yi Desteklemesi

 

Türkiye,Sovyet tehlikesine karşı bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü koruyabilmek amacıyla, 1939’dan itibaren gerek ittifak içinde bulunduğu İngiltere’nin,gerekse II.Dünya Savaşı sonunda süper güç olarak ortaya çıkan ABD’nin desteğini aramıştır.Fakat bir taraftan Türkiye’nin II.Dünya Savaşı’nda tarafsız kalmış olması, diğer taraftan da Türkiye’de tepki uyandıran Sovyet davranışlarının ABD ve İngiltere tarafından aynı tepkiyle karşılanmaması yüzünden Türkiye başlangıçta istediği desteği elde edememiştir.Ancak 1945-46 yıllarında cereyan eden olaylar,İngiltere ve ABD’ni politikasını değiştirmeye yöneltmiştir.

 

II.Dünya Savaşı’ndan itibaren Türkiye  ve Yunanistan’a askerî yardıma devam eden İngiltere, 21 Şubat 1947’de ABD’ne verdiği bir muhtıra ile, artık bu ülkelere yardıma devam edemeyeceğini, fakat batı dünyasının savunması bakımından bu ülkelerin bağımsızlığının önemli olduğunu, bu sebeple ABD’nin askerî ve ekonomik yardımının şart olduğunu bildirmiştir.İngiltere’nin bu muhtırası, O’nun özellikle Ortadoğu’daki yerini ABD’ye terketmek zorunda kaldığını göstermektedir.Bu sebeple İngiliz muhtırasını alan ABD yönetimi, Sovyet yayılmacılığını durdurmak üzere harekete geçmeye karar vermiştir

 

Sonuçta ABD Başkanı Truman, Kongrede 12 Mart 1947’de daha sonraları “Truman Doktrini” adını alan mesajını okumuş ve Kongreden hükümete Türkiye ve Yunanistan’a askerî yardım yapılması konusunda yetki verilmesini istemiştir.Buna dayanarak hazırlanan “Yunanistan ve Türkiye’ye Yardım Kanunu” 22 Mayıs 1947’de yürürlüğe girmiştir.12 Temmuz 1947’de Türk-Amerikan ikili antlaşmasının imzalanmasının ardından ABD,Türkiye’ye askerî yardım yapmaya başlamıştır.Truman Doktrini,Sovyet baskısı karşısında devamlı ABD’nin desteğini arayan Türkiye’de büyük memnuniyet yaratmıştır.Ancak daha sonraki yıllarda ikili anlaşma ile getirilen sınırlamalar Türkiye açısından bir takım sıkıntılar doğurmuştur.

 

Truman Doktrini, II.Dünya Savaşı’nın geçiş devresini sona erdirmiş, dünyanın iki bloğa ayrıldığını ve Sovyet-ABD mücadelesinin, yani soğuk savaş döneminin başladığını ilân etmiştir.

 

Askerî yardım amaçlı Truman Doktrini’nden sonra Türkiye ile ABD arasında 4 Temmuz 1948’de ekonomik işbirliği antlaşması imzalanmıştır.Antlaşmadan sonra Marshall Plânı çerçevesinde 1949-1951  yılları arasında ABD,Türkiye’ye ekonomik yardım yapmıştır.Türkiye bu yardımlarla birlikte artık batı yanlısı bir politika takip etmeye başlamıştır.

 

b-) NATO’nun  Kuruluşu

 

II.Dünya Savaşı’nda  Avrupa’nın yıkılmış olması, Sovyetlere karşı bir denge unsuru olan ABD’nin Avrupa’dan çekilmesi,kuvvetler dengesinin Sovyetler Birliği lehine bozulmasına yol açmış ve Sovyetler Avrupa’nın en güçlü devleti haline gelmiştir.Sovyetler, Almanya ve Japonya’nın yenilmesi ile doğusunda ve batısında meydana gelen boşlukta yayılma politikası  uygulamıştır. Sovyetlerin bu yayılmacı politikasına karşın ABD,Truman Doktrini ve Marshall Plânını uygulamaya başlamış, bunun üzerine faaliyetlerini artıran Sovyetler Birliği 5 Ekim 1947’de diğer peyk ülkelerle birlikte “Kominform”’u kurmuştur.Böylece Doğu Bloku’nun resmen ortaya çıkmasıyla, dünya iki bloğa ayrılmıştır.

Avrupa ülkelerinin güvenliğini sağlayacak herhangi bir ittifak veya teşkilat mevcut değildir.Avrupa’da birleşme yönünde ilk adım,İngiltere ve Fransa arasında imzalanan Dunkerk Antlaşması ile atılmıştır.Prag darbesi Avrupalıları telaşlandırarak, 1948’de Brüksel Paktını imzalamalarına yol açmıştır.Ancak ABD bu ittifaka dahil olmadığından, Batı Avrupa ülkelerinin savunma amacıyla oluşturdukları bu pakt, Sovyetlere karşı bir denge unsuru olmaktan uzak kalmıştır.Bu yüzden de Batı Avrupa ülkeleri ABD’ni ittifaka dahil edebilmek için faaliyetlerini yoğunlaştırmışlardır. Sonuçta ABD.Kongresinde kabul edilen Vanderberg kararı ile ABD 1823’ten beri uyguladığı Montrö Doktrinini terkederek, dış politikasında önemli değişiklikler yapmıştır. ABD’nin dış politikasında yaptığı bu değişikliklerden sonra, Brüksel Paktı sonucunda kurulan Batı Avrupa Birliğine, ABD ve Kanada da dahil olmuş, böylece 12 ülke arasında kısa adı NATO olan ( North Atlantic Treaty Organization ) Kuzey Atlantik İttifakı kurulmuştur.(4 Nisan 1949)

 

c-)Türkiye’nin NATO’ya Girmesi

 

Türkiye’nin NATO’ya girme fikri,II. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan Batı Bloku’na bağlanma çabalarının sonucudur.Aslında savaştan sonra Türkiye’nin Batılılara yaklaşma politikasını bir yandan ülkenin ekonomik kalkınması,özellikle silahlı kuvvetlerin modernizasyonu için gereken kaynakların Batıdan kolayca sağlanabileceği, bir yandan da Atatürk tarafından başlatılan çağdaşlaşma hareketleri sonucu Türkiye’nin batılı bir ülke olabilme yolunda yaptığı tercihin doğal bir sonucu olarak görmek lazımdır.Türkiye’yi Batı’ya yönelten somut sebep ise,Sovyetlerin Türkiye’ye yönelik bir tehdit oluşturmaya başlamasıdır.

 

Sovyet tehdidi yüzünden Türkiye NATO’ya daha kuruluş aşamasında dahil olmak girişiminde bulunmuş, ancak sonuç alamamıştır.8 Ağustos 1949’da Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliğine alınması,Türk devlet adamlarını NATO’ya girme konusunda cesaretlendirmiş ve müracaatlarına haklı bir sebep hazırlamıştır.Ancak Türkiye’nin NATO’ya girme çabaları özellikle Avrupalı üyelerin itirazlarına yol açmıştır.Avrupalı ülkelerden farklı düşünen İngiltere ise Türkiye ve Yunanistan’ın, Avrupa Savunma Cephesi yerine oluşturulacak,Ortadoğu Savunma Planı içerisine alınması gerektiği düşüncesindedir.

 

Bu arada 1950 seçimleri ile D.P. iktidara gelmiş,DP yönetimi dış politikada CHP’nin politikasına yakın bir politika izlerken,ekonomide batıya daha yakın bir ekonomik politika uygulamaya başlamıştır.Batı ile yakınlaşabilmek için,Türkiye’nin NATO’ya girmesini zorunlu gören DP yönetimi, bu sırada patlak veren Kore Savaşını fırsat bilerek, TBMM’nin onayını almadan 4500 kişilik bir Türk birliğini Kore’ye göndermiştir.Kore Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin NATO’ya alınması konusunda ABD’nin tavrı değişmeye başlamıştır. Çünkü Kore Savaşı II.Dünya Savaşı’ndan sonra artık çıkması beklenmeyen bölgesel savaşların hiç de ihtimal dışı olmadığını göstermiş ve NATO ülkelerini özellikle de ABD yönetimini Sovyetler karşısında daha etkili tedbirler almaya yöneltmiştir.Sonuçta Sovyetler Birliği’ne karşı set çekme ve çıkabilecek muhtemel bir savaşta askerî üstlere ihtiyaç duyulması sebebiyle ABD. Türkiye’nin NATO’ya alınmasını gerekli görmüştür.Dolayısıyla Türkiye’nin NATO’ya alınmasında,Kore’deki askerî başarısı,uluslararası sorunlarda Batılılarla birlikte hareket etmesi,modern olmamasına rağmen güçlü bir kara ordusuna sahip olması,jeopolitik konumu birinci derecede etkili olmuştur.

 

TBMM.18 Şubat 1952’de Kuzey Atlantik Antlaşmasını onaylamış, böylece Türkiye resmen NATO’nun üyesi olmuştur.

 

Türkiye NATO’ya girmekle, Sovyet tehdidine karşı Batı savunma sistemi içinde güvenliğini sağlamış,ABD’nin Türkiye’ye yönelik askerî ve ekonomik yardımlarına düzenli bir işlerlik kazandırılmıştır.Türk devlet adamları uzun yıllar Atlantik İttifakını,bir savunma ittifakı olmaktan öte bir dünya görüşü ve millî bir dış politika unsuru olarak değerlendirmişlerdir. Bu anlayışın sonucu olarak Türkiye,uluslararası sorunlarda Batı ülkeleriyle, özellikle de ABD ile ortak hareket etmeye başlamıştır.

 

Soğuk Savaş Dönemi Türk-Dış Politikası

Bu dönemde Türkiye’yi yönetenler Atlantik Antlaşmasını millî bir politika, bir dünya görüşü olarak değerlendirdikleri için,Stalin’in ölümünden sonra Sovyetlerin politikasında görülen yumuşamayı bir taktik hareketi olarak yorumlamışlar ve Batı’ya bağlılığı Türkiye’nin millî çıkarlarının gereği olarak görerek, devam ettirmişlerdir.

 

Türk-ABD yakınlaşması sonucunda,Türkiye’nin NATO’ya girmesinden sonra Türkiye ile ABD arasında birçok ikili antlaşma imzalanmıştır.Bunların bir bölümü TBMM’nin onayından geçirilmeyen gizli antlaşmalardır.Bu antlaşmalardan 1954’de imzalanan “Askerî Kolaylıklar Antlaşması” ile,Türkiye’de bir Amerikan stratejik hava üssü (İncirlik) kurulmasına,ABD uçaklarının belli başlı Türk hava alanlarından, Amerikan gemilerinin de belli başlı Türk limanlarından yararlanmalarına izin verilmiş,çeşitli tesisler kurulması için de ABD’ne Türkiye’de arazi tahsis edilmiştir.1958 yılında imzalanan ikili antlaşma ile Türkiye’de bir füze üssü kurulmuş,ancak bu füze üssü,1962 Küba bunalımı sonucunda ABD ile Sovyetler arasında yapılan pazarlığa bağlı olarak kaldırılmıştır.1959’da imzalanan bir başka antlaşma ile de Türk-ABD ilişkileri Eisenhower Doktrini temelinde en üst düzeye çıkarılmıştır.Bu doktrin özetle; ABD’nin dolaylı ya da dolaysız bir şekilde komünizm saldırısına hedef olacak Ortadoğu ülkelerine gerekirse silahlı kuvvetlerini de kullanarak yardım etmesini öngörmektedir. Eisenhower Doktrini çerçevesinde ABD’nin Lübnan iç savaşına askerî müdahalede bulunması, Türkiye’de muhalefet tarafından eleştiri konusu olmuştur.

 

Türkiye’nin Batı ittifakı içinde tek yönlü politika uygulaması,olumsuz sonuçlarını 1950’lerde uluslararası ilişkilerde göstermeye başlamıştır.Bu bağlamda Türkiye, Ortadoğu’daki gelişmeler ile dünyadaki bağımsızlık ve bağlantısızlar hareketine,Batı ile ilişkilerinin perspektifinden bakmaya başlamış,S.Birliği ve müttefikleriyle ilişkiler en alt seviyede tutulmuştur.

 

Truman Doktrini çerçevesinde ABD yardımı alan Türkiye,Filistin konusunda batı yanlısı bir politika takip ederek,İsrail Devletini tanımış,bu durum Türk-Arap ilişkilerinde olumsuz etki yapmıştır.Türkiye NATO’ya girdikten sonra, ABD ve İngiltere’nin isteği üzerine 24 Şubat 1955’de Ortadoğu’da bir savunma ittifakı kurmuş,kısa adı CENTO olan bu pakt (Türkiye-İran-Irak-İngiltere-Pakistan) Türkiye’nin Arap dünyası ile  ilişkilerini iyice bozmuştur. Gelişmeler S.Birliğini Ortadoğu’da daha aktif hale getirirken, Türkiye’yi de daha fazla batıya kaydırmıştır.

 

Türkiye, ABD’nin teşviki ile Balkanlar’da da bazı diplomatik faaliyetlere girişmiş,1954’de, 1960yılına kadar sürecek olan Balkan Paktı’nın kurulmasını sağlamıştır.

 

II.Dünya Savaşından sonra dünyada meydana gelen önemli gelişmelerden biri de, kolonizasyon hareketleri sonucunda Asya ve Afrika’da yeni bağımsız devletlerin kurulmasıdır.Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın kendilerine verdiği imkanlardan yararlanarak bağımsızlığını kazanmaya çalışan Asya ve Afrika’daki sömürge durumundaki devletlerin bağımsızlıklarını elde etme çabaları karşısında Türkiye, NATO antlaşmasına çok önem vermiş ve Birleşmiş Milletlerde bu konuda yapılan oylamalarda Batılı müttefikleriyle aynı çizgide hareket etmeye özen göstermiştir.Aynı şekilde Türkiye, yeni bağımsızlığına kavuşan Asya ve Afrikalı devletlerin başlattığı bağlantısızlar veya üçüncü dünya hareketine de tavır almıştır.

 

27 Mayıs 1960 hareketinden sonra da, Türk dış politikasında eskiye göre önemli bir değişiklik yaşanmamıştır.1960’lı yılların ortalarına gelindiğinde uluslararası sistemde, üçüncü dünya ülkelerinin ortaya çıkmasıyla, iki kutupluluktan çok merkezli bir sisteme ve soğuk savaş döneminden,yumuşama dönemine geçiş başlamıştır.Bu uluslararası konjonktür içinde,Türk dış politikasında Kıbrıs sorunu ön plana çıkmıştır.

 

KIBRIS  SORUNU

 

Tarihinin hiçbir döneminde Yunan idaresinde olmayan Kıbrıs’ta sorunun en basit tanımı Yunanistan ve Kıbrıs  Rumlarının adayı Yunanistan’a bağlama çabaları ve Kıbrıs Türklerinin buna karşı çıkmalarıdır.Rumca “ENOSİS” sözcüğü ile tanımlanan bu çabaların kökeni, 19.yüzyılın başlarında ortaya çıkan Yunan milliyetçiliğine ve bunun sonucunda beliren yayılmacı “Megali  İdea”politikasına dayanmaktadır

 

1571-1878 yılları arasında Türk yönetiminde kalan Kıbrıs,bu tarihte geçici kaydıyla İngiltere’ye devredilmiştir.Ancak İngiltere 1914 yılında adayı fiilen ilhak ettiğini açıklamış,bu fiili durum Lozan Antlaşması ile hukukileşmiştir.1947 Paris Antlaşması ile İtalya’nın Osmanlı Devleti’nden işgal etmiş olduğu 12 adanın, Yunanistan’a verilmesi, Yunanistan’ı cesaretlendirmiş,Rum-Yunan ikilisi Kıbrıs’ı da ilhak için faaliyetlerini artırmıştır.Rum-Yunan ikilisinin adada önce İngiliz yönetimine,daha sonra da Türklere yönelttikleri terörist eylemlerin Türk basını ve kamuoyu tarafından yakından takip edilmesine rağmen,Türk hükümeti 1955 yılına kadar Kıbrıs konusu ile ilgilenmemiş,hatta 1 Nisan 1954’de Türk Dışişleri Bakanı verdiği bir demeçte, “İngiltere’ye ait olan Kıbrıs’ın statüsünde bir değişikliğe razı olmadıklarını,bu sebeple Türkiye’nin Kıbrıs meselesi diye bir sorununun mevcut olmadığını” açıklamıştır.Ancak bir taraftan Kıbrıs Meselesinin kısa zamanda Türk kamuoyuna mâlolarak, Türkiye için millî bir dava haline gelmesi, diğer taraftan Kıbrıs’tan çekilme niyetinde olan İngiltere’nin Yunanistan’ı dengelemek için 29 Ağustos 1955’de Londra Konferansına Türkiye’yi de davet etmesi,Türkiye’yi Kıbrıs sorununa dahil olmak mecburiyetinde bırakmıştır.Kıbrıs meselesi bu tarihten itibaren Türk-dış politikasının ana konularından biri haline gelmiştir.Başlangıçta Kıbrıs’ta statünün devamını isteyen Türkiye,1957 yılından itibaren Kıbrıs’ta taksimi savunmaya başlamış,ancak 1959 yılında Kıbrıs’ta bağımsız bir cumhuriyetin kurulmasına razı olmuştur.

 

1958 yılında Kıbrıs’ta Rum tedhişçiliğinin şiddetlenmesi dolayısıyla Türk-Yunan ve Yunan-İngiliz ilişkileri gerginleşmiştir.Bu sebeple ABD ve NATO’nun arabuluculuk ve baskıları ile üç devlet müzakerelere girişmişler,1959 Zurich ve Londra Antlaşmaları ile Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyetinin kurulmasına karar verilmiştir. Bu antlaşma Kıbrıs’ta ENOSİS ve taksimi yasaklamakta, Türkiye-Yunanistan ve İngiltere’ye kurulacak anayasal düzeni korumak için garantörlük ve buna dayanarak tek başına adaya müdahale hakkı vermektedir.Bu esaslar çerçevesinde hazırlanan Kıbrıs anayasasının 16 Ağustos 1960’da yürürlüğe girmesi ile Kıbrıs Cumhuriyeti resmen kurulmuştur.Ancak Kıbrıs Rumları, Türkleri Kıbrıs yönetiminden atmak ve ENOSİS’ i gerçekleştirebilmek için mevcut anayasayı değiştirmek yoluna gitmişlerdir.Bu amaçlarını silah yoluyla gerçekleştirmek isteyen Rum yönetiminin saldırıları 1963 yılında bir soykırıma dönüşmüş, Türkler fiilen yönetimden dışlanmışlardır.Dolayısıyla 1960  yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti,aslında Makarios tarafından 1963 yılında fiilen yıkılmıştır.Bu tarihten itibaren Makarios yönetimi bir taraftan Rumları katlederken,bir taraftan da uyguladığı baskı ve ekonomik ambargo ile Kıbrıs’ı Türkler açısından yaşanmaz hale getirmiştir.

 

Kıbrıs Rum yönetiminin Türklere yönelttikleri saldırıların 1964’ten itibaren tekrar artması üzerine Türkiye garantörlük hakkını kullanarak Kıbrıs’a müdahale etmek istemiş,ancak ABD Başkanı Johnson’un 5 Haziran 1964 tarihli ünlü mektubu ile müdahaleden vazgeçmek zorunda bırakılmıştır.Johnson mektubunda, “1947 tarihli yardım antlaşması gereğince Türkiye’ye ABD tarafından verilmiş silahların sınırlar dışında kullanılamayacağı, ABD’nin Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesini meşru saymayacağı, böyle bir hareket sonucunda S. Birliği’nin Türkiye’ye saldırması durumunda NATO’nun Türkiye’ye yardım  etmeyeceği”belirtilmektedir.Türkiye’de şok etkisi yaratan bu mektuptan sonra, 18 Aralık 1965’de Kıbrıs’la ilgili olarak Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yapılan bir oylamada Türkiye’nin Garanti Antlaşması’ndan doğan müdahale hakkını kullanmasına  izin vermeyen bir karar kabul edilmiştir. Bu olay Türkiye’nin sadece Batı Bloku içinde değil,dünya üzerinde de yalnız kaldığını göstermektedir.

 

Türkiye bu olaydan sonra bir taraftan Kıbrıs Türkleri’nin soykırımını önlemek, diğer taraftan da görüşmeler yoluyla soruna siyasal bir çözüm bulmak arayışını sürdürürken, 1968’den itibaren de Türk toplumu lideri Rauf Denktaş ile Rum toplumu lideri Makarios arasında görüşmeler başlamış, ancak herhangi bir sonuç elde edilememiştir.

 

Yunanistan’ın 15 Temmuz 1974 tarihinde Kıbrıs’ta darbe yaparak ENOSİS’i gerçekleştirmeye çalışması üzerine Türkiye garantörlük hakkını kullanarak 20-22 Temmuz ve 14-16 Ağustos 1974 tarihinde Kıbrıs’a askerî harekatta bulunmuştur.Bu askerî harekat sonucu Kıbrıs Türklerinin can ve mal güvenlikleri temin edilmiş, adada gerek Türkler, gerek Rumlar tarafından özlenen kalıcı barış ortamı sağlanmıştır. Bu barış ortamında Rumlarca, 11 yıl devletsiz bırakılan Kıbrıs Türkleri, 13 Şubat 1975’de Kıbrıs Türk Federe Devletini kurmuşlardır.Daha sonra Self Determinatıon hakkını  kullanan Kıbrıs Türkleri, 15 Kasım 1983’de K.K.T.C. yi kurmuşlardır. KKTC bağımsız bir devlet olarak kurulmasına rağmen, Federal Kıbrıs Cumhuriyeti’nden yana olduğunu açıklamış ve toplumlararası görüşmelere iyi niyetle katılmaya devam etmiştir.

 

KKTC, Kıbrıs’ta varılacak olan nihai bir antlaşmada;

1-Türkiye’nin etkili ve fiili garantisinin devam etmesini

2-İki bölgeli, iki toplumlu, bağımsız ve bağlantısız federal cumhuriyetin kurulmasını

3-Merkezî hükümetin yetkilerinin sınırlı olmasını

4-Türklerin egemenlik ve siyasal eşitlik haklarının tanınmasını ısrarla istemiştir.

 

Buna karşın Rum kesimi, Türklerin egemenlik ve siyasal eşitlik haklarını tanımamıştır.İşgalci olarak niteledikleri Türk askerinin adadan çekilmesini ve Türkiye’nin garantörlüğü yerine uluslararası bir garanti sisteminin oluşturulmasını istemiştir.Yani Kıbrıs Rum yönetiminin yine tek hedefi ENOSİS’in gerçekleştirilmesidir.Bu nedenle Kıbrıs’ta uygulanacak politika, hem KKTC’nin, hem de Türkiye’nin geleceği ve güvenliği dikkate alınarak,ENOSİS yolunu tamamen kapatacak ve Kıbrıs Türklerini Rumların siyasî ve ekonomik esaretine mahkum etmeyecek bir çözüm tarzı olarak,ya KKTC’nin tanınmasına, ya da Türkiye ile entegrasyonuna yönelik olmalıdır.{/gizle}