Atatürk Dönemi Türk-Dış Politikası

Atatürk Dönemi Türk-Dış Politikası (1923-1932)

 

1.Atatürk’ün Dış Politikadaki Temel İlkeleri

a) Akılcı ve gerçekçi olmak.

b) Yapıcı ve barışçı davranmak.

c) Bağımsızlığımıza ve sınırlarımıza saygı duyan devletlerle iyi ilişkiler kurmak.

d) Diğer devletlerin iç işlerine karışmamak, kendi içişlerimize karışılmasına da fırsat vermemek.

e)Devletlerarası sorunları hukuka dayalı barışçı yollardan çözmek.

f) Dış politikanın iç teşkilata uygun olmasını sağlamak.

g) Milletin hayatı tehlikede olmadıkça savaşa girmemek.

h) Millî sınırlarımız içinde her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanarak varlığımızı sürdürmek.

 

1923-1932 döneminde Türk dış politikasının esasını, Türk inkılâbının temel prensipleri ve Türk millî siyaset anlayışına uygun olarak Lozan’da halledilemeyen meselelerin çözümü teşkil etmiştir.Bunun yanı sıra Lozan Antlaşmasıyla ortaya konan esasların uygulanması, büyük devletlerle olan ilişkilerin normalleştirilmesi, komşularımızla dostluk ilişkilerinin kurulmaya çalışılması yine bu dönem dış politikasının temel özellikleridir.Ayrıca bu dönemde uluslararası genel gelişmeler yakından takip edilerek, içte ve dışta istikrarın sağlanmasına çalışılmıştır.

 

2.Türk-İngiliz İlişkileri (Musul Meselesi)

 

Musul, sahip olduğu zengin petrol kaynakları nedeniyle batılı devletlerin ilgisini 19.yüzyıl sonlarından itibaren çekmeye başlamıştır.Özellikle İngiltere, I.Dünya Savaşı sırasında İtilaf Devletleri’nin diğer üyelerini Musul’un kendisine verilmesi konusunda ikna etmiştir.Osmanlı’nın paylaşımını esas alan ve I.Dünya Savaşı sırasında  İtilaf Devletleri arasında yapılan gizli antlaşmalar doğrultusunda İngiltere bölgeye ilgisini sürdürerek, Musul ve çevresinde çeşitli bölücü çabalara girişmiştir. Sonuçta İngiltere, Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra, Türk birliklerinin kontrolünde olan Musul ve civarını Mondros Mütarekesi’nin ruhuna aykırı biçimde işgal etmiştir.Bundan sonra ise İngiltere bölgeyi elinde tutabilmek için her türlü çabayı göstermiştir.Nitekim İngiltere, Osmanlı Devleti ile imzaladığı Sevr Antlaşması ile Musul’u kurulması düşünülen Kürt Devleti’nin sınırları içine aldırmış ve konuyu kendi lehine halletmiştir. Ancak Anadolu’da M. Kemal’in önderliğinde başlayan Millî Mücadele hareketi, yayınladığı Misak-ı Millî’de Musul’u Türk toprağı saymış, Anadolu’da kurulan hükümet ise her platformda Sevr’i tanımadığını açıklamıştır.

 

Kazanılan zafer sonrası başlatılan Lozan Barış görüşmelerinde İngiltere’nin Musul’u bırakmamak konusundaki ısrarı sürmüş ve antlaşmanın tehlikeye girmemesi için Musul sorununun daha sonra taraflar arasında görüşmeler ile halledilmesi uygun görülmüştür.

 

Lozan Antlaşması’nın üçüncü maddesinde “Türkiye ile Irak arasındaki sınır sorununun, Türkiye ile İngiltere arasında dokuz ay içinde barışçı yollardan çözüleceği “ hükmü yer almaktadır. Bu hüküm gereği Türk-İngiliz görüşmeleri 1924 yılı Mayıs ayında başlamıştır. Haliç Konferansı adıyla tarihe geçen bu görüşmelerde Türkiye nüfus açısından, siyasî, tarihî, coğrafî,askerî ve stratejik nedenlere dayalı haklı gerekçelerini öne sürerek,Musul’un Türkiye’ye katılması gerektiğini savunurken,İngiltere Musul’un kendi mandaterliği altındaki  Irak’a bırakılması konusundaki ısrarını sürdürmüş ve bunun yanında Türkiye’den Hakkari’ye kadar uzanan toprak talebinde bulunmuştur. Bu durum da konferans, 5 Haziran 1924 yılında bir sonuca varmadan sona ermiştir. Lozan Antlaşması’nın Musul ile ilgili hükmü, bu görüşmelerin başarısızlığı durumunda sonucun Milletler Cemiyeti’ne götürülmesini öngörmektedir. Başlangıçta üyesi olmadığı, üstelik tamamen İngiliz kontrolünde olan bu organizasyondan Türkiye lehine bir karar çıkmayacağına olan inancından dolayı Türkiye Musul sorununu Milletler Cemiyetine götürmede tereddüt geçirmiş, ancak sonunda Türkiye Musul sorununun Milletler Cemiyeti’nde görüşülmesine razı olmuştur.

 

Musul sorunu, Milletler Cemiyeti tarafından 30 Eylül 1924’de görüşülmeye başlanmıştır.Milletler Cemiyeti tarafından oluşturulan komisyon, Milletler Cemiyeti’ne “Musul’un İngiliz mandası altındaki Irak’ın bir parçası sayılması gerektiğini ve Türkiye ile Irak arasındaki sınırında Brüksel’de belirlenmiş olan çizgiden geçeceğini” bildiren kararı aldıklarını bildirmiştir. Türkiye Musul komisyonunun kararını tanımadığını, komisyonun böyle bir karar alma yetkisinin olmadığını belirtmişse de, Milletler Cemiyeti, Milletler Cemiyeti Musul Komisyonu’nun kararını benimsemiştir.Bu sırada Türkiye, Şeyh Sait isyanının bastırılması işi ile uğraşmaktadır.Musul’u geri almak için kuvvete başvurmaktan başka çare kalmamıştır. Ülke içerisinde yaşanan yeni yapılanma ve Şeyh Sait isyanı gibi iç nedenler buna imkan vermemektedir. Bu nedenle Türkiye, Misak-ı Milli’den taviz sayılabilecek bir geri adımı atmak zorunda kalmış, 5 Haziran 1926’da imzaladığı Ankara Antlaşması ile Musul’u İngiliz mandası altındaki Irak’a bırakmıştır. Buna karşılık Türkiye’ye Musul petrollerinden 25 yıl süreyle % 10’ luk  hissenin verilmesi kabul edilmiştir. Ancak Türkiye aynı yıl 500.000 Sterlin karşılığında bu hisseden vazgeçmiş ve böylece Musul meselesi kapanmıştır.

 

3- Türk-Yunan İlişkileri (Etabli Meselesi)

 

Lozan Konferansı’nda Türkiye’de kalan Rumlarla, Yunanistan’da kalan Türklerin değiştirilmesi meselesi ele alınmış ve bu konuda 30 Ocak 1923’te bir sözleşme hazırlanmıştır. Buna göre; Türkiye’de kalan Rumlarla, Yunanistan’da kalan Müslüman Türklerin değişimi yapılacak, ancak 30 Ekim 1918’den önce İstanbul’un Belediye sınırları içinde yerleşmiş(Etabli) bulunan Rumlarla, Batı Trakya Türkleri bu değişimin dışında tutulacak, yani bunlar yerlerinden oynatılmayacaklardır. Bu değişimi uygulamak üzere Türk, Yunan temsilcilerinden ve tarafsız üyelerden oluşan bir komisyon oluşturulmaktadır. Ancak komisyonun faaliyete geçmesinden sonra Türk ve Yunan temsilcileri arasında, yerleşmiş (Etabli) deyiminin kapsamı yüzünden anlaşmazlık çıkmıştır. Türkiye’ye göre bu deyimin anlamı Türk kanunlarına göre tayın edilecektir. Yunanistan ise Türkiye’nin bu arzusuna karşı çıkmakta, Türkiye’de daha fazla Rum bırakabilmek için 30 Ekim 1918’den önce herhangi bir şekilde İstanbul’da bulunan her Rum’un yerleşik sayılması gerektiğini ileri sürmektedir.

 

Milletlerarası Adalet Divanı’nın yaptığı yorumlarda anlaşma sağlayamayınca, Türk-Yunan ilişkileri gerginleşmiştir. Yunanistan Batı Trakya Türkleri’nin mallarına el koyarak buralara, Türkiye’den gelen Rumları yerleştirmeye başlamıştır. Buna karşılık Türkiye’de İstanbul Rumlarının mallarına el koymuştur. Gerginliğin tırmanması üzerine sorunun görüşmeler yoluyla çözümlenmesi uygun görülmüş ve taraflar arasında 1 Aralık 1926’da bir antlaşma imzalanmıştır. Bu antlaşmanın uygulanması da kolay olmamıştır. Türkiye ile Yunanistan arasında savaş havası esmeye başlamış, fakat Türkiye ile bir savaşın Yunanistan’a getireceği sıkıntıları göze alamayan Venizelos, tutumunu yumuşatmış, Ankara’nın da buna karşılık vermesi üzerine 10 Haziran 1930’da Ahali anlaşmazlığını çözen yeni bir antlaşma imzalanmıştır. Bu anlaşma ile doğum yerleri ve tarihleri ne olursa olsun, İstanbul Rumları ile Batı Trakya Türklerinin hepsi, etabli kapsamı içine alınmıştır. Böylece Lozan’dan beri süren bu anlaşmazlık çözümlenmiştir.

 

Yunanistan ile Türkiye arasında etabli sorunu ile bağlantılı olarak ortaya çıkan bir başka sorun da Patriklik konusudur. Lozan’da Türk temsilcilerinin Patrikliğin Türkiye dışına çıkartılması konusundaki ısrarlı istekleri Batılı ülkeler tarafından kabul edilmemiştir.Lozan’da  sadece Patriğin  siyasetle uğraşmaması konusunda sözlü bir anlaşmaya varılmıştır. 1924 yılında, boşalan Patriklik için yapılan seçimi kazanan kişinin mübadele (değişim) kapsamında yer alması üzerine Türkiye itiraz etmiş ve 1925 yılında yapılan seçim ile mübadele kapsamına girmeyen bir Patrik seçilmiştir.

 

1930’da etabli sorununun çözülmesinden sonra Türk-Yunan ilişkileri iyileşmeye başlamış ve Yunanistan Başbakanı Venizelos’un Ekim 1930’da Türkiye’yi ziyareti sırasında, ilişkileri geliştirmek maksadıyla üç yeni antlaşma daha imzalanmıştır.1931’de İsmet İnönü’nün Yunanistan’a yaptığı iade ziyareti ile, Türk-Yunan ilişkilerinde Kıbrıs meselesinin ortaya çıkışına kadar süren bir bahar dönemi yaşanmıştır.

 

4.Türk-İtalyan İlişkileri

 

Lozan’dan sonra T.C.’nin kuruluşu ile birlikte Milli Mücadele sırasındaki dostça tutumları göz önüne alınarak İtalyanlarla iyi ilişkiler kurulması yoluna gidilmiştir. İtalyanların, Milli Mücadele sırasında işgal ettikleri Türk topraklarında bir işgal gücü gibi davranmamaları, Türklere karşı dostça davranıyor görüntüsü yaratmaları 1917’de kendilerine vaat edilen İzmir’e, 1919 Paris Barış  Konferansı kararı ile Yunanlıların çıkarılmasına duydukları kırgınlıktan kaynaklanan bir durumdur. İtalyanlar Türklerin dostu oldukları görüntüsünü, sergilerken aslında Türkiye’de savaş sonrasında ortaya çıkacak yeni yönetimi ekonomik açıdan kendilerine bağlı hale getirme politikası gütmüşlerdir. Ancak 1922’de İtalya’da yönetime gelen Mussolini yönetiminin yayılmacı politikasının hedefleri şekillenmeye başlayınca, Türkiye’de İtalya’ya karşı bir endişe doğmuştur.Mussolini yönetimi, Roma İmparatorluğunu canlandırmak için sömürgecilik ve yayılmacılık politikasına yönelmiş, Doğu Akdeniz’i kontrolü altına almaya çalışmıştır.Bu da doğal olarak Türk-İtalyan ilişkilerinin gelişmesini olumsuz yönde etkilemiştir. 1925’de İtalya, Türkiye’nin Musul’u kurtarmak için kuvvet kullanmaya kalkışması halinde, kendilerinin de İzmir’e asker çıkaracakları tehdidini savurmuştur. 1926’da Musul sorununun Türkiye aleyhinde çözümü, Türk-İtalya ilişkilerinin değişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Musul sorununun çözümünden sonra İtalya ile Tarafsızlık ve Dostluk Antlaşması imzalanmıştır.

 

Ancak 1930’dan itibaren İtalya’nın takip ettiği yayılmacı politikayı yeniden uygulamaya koyması, Türkiye’yi endişelendirmiş ve Türk-İngiliz yakınlaşmasında, İtalya’nın bu tavrı etkin olmuştur.

 

1935’de İtalya’nın Habeşistan’a saldırması ikili ilişkilerde yeniden güvensizliğin yaşanmasına sebep olmuştur. Bu saldırı üzerine Milletler Cemiyeti İtalya’ya karşı zorlama tedbirleri almış, barışın korunmasından yana olan Türkiye’de bu tedbirlere destek vermiştir.İtalya’nın kendisine karşı zorlama tedbirleri uygulayan ülkelerle siyasî ilişkileri keseceği tehdidi 1936-45 yılları arasında Türk-İngiliz yakınlaşmasını doğurmuş ve bu durum doğal olarak Türk-İtalyan ilişkilerinin zayıflamasına yol açmıştır.

 

5. Türk-Fransız İlişkileri

 

Fransa, daha Millî Mücadelenin devam ettiği günlerde kendi kamuoyunun da baskısıyla, Türkiye ile 20 Ekim 1921 Ankara İtilaf namesini imzalamış ve T. B. M. M Hükümeti’nin varlığını tanıyan ilk İtilaf Devleti olmuştur.Ancak Lozan Antlaşması’nın ardından Osmanlı Borçları Meselesi, Türkiye-Suriye sınırının tespiti konusu, Türkiye’deki Fransız Misyoner Okullarının durumu gibi konular iki ülke arasında çözümlenmesi gereken meseleler olarak kalmıştır. Bu nedenle bu dönemde Türk-Fransız ilişkileri bu meselelerin çözümü ekseninde gelişmiştir.

 

Bu çerçevede ilk olarak ele alınan konu, Türkiye-Suriye sınırının çizilmesi meselesidir. 1921 Ankara İtilafnamesi’nde antlaşmanın imzalanmasından bir ay sonra Türkiye-Suriye sınırını çizmek üzere bir karma komisyonun kurulması öngörülmüştü. Bu komisyon ancak 1925 Eylül’ünde kurulabilmiştir. Taraflar arasında sınır tespiti konusunda yaşanan gerginlik iki tarafın da olumlu tutumu sonucunda aşılmış, 18 Şubat 1926’da parafe edilen antlaşma ile sorun çözümlenmiştir. Ancak Fransızlar Musul sorunu çözüme kavuşturulmadan bu antlaşmayı imzalamaya yanaşmamışlardır. Musul konusunun Türkiye’nin aleyhinde çözümü kesinleşince, bu antlaşma 30 Mayıs 1926’da imzalanmıştır.İyi komşuluk  ve Dostluk Sözleşmesi adını taşıyan bu antlaşmaya göre taraflar aralarındaki anlaşmazlıkları barışçı yollardan çözümleyecekler ve taraflardan birine yöneltilen silahlı saldırıda diğeri tarafsız kalacaktır.

 

Diğer bir mesele de Türkiye’deki Fransız  misyoner okulları meselesidir. Türk hükümeti bir yönetmelik hazırlayarak yabancı okullarda okutulan Tarih ve Coğrafya gibi derslerin Türkçe olarak ve Türk öğretmenler tarafından okutulması esasını kabul etmiştir. Fransız okulları bu yönetmeliğe uymak istememiş, bunun üzerine Fransa ve Papalık duruma müdahale etmeye kalkışmıştır. Türk Hükümeti ise sadece bu okulları kendisine muhatap aldığını belirterek, sorunu Fransız okul yöneticileri ile çözmüş ve Türkiye’nin isteklerini onlara kabul ettirmiştir.Ancak bu olay Türk-Fransız ilişkilerini zayıflatmıştır.

 

Borçlar meselesi ise daha şiddetli bir çekişmeye sebep olmuştur. Fransa, Osmanlı Devleti’nden en fazla alacağı olan ülkedir. Lozan Antlaşmasına göre Osmanlı borçlarının Türkiye tarafından ödenmesi, ödeme şeklinin taraflar arasında Lozan’dan sonra yapılacak ikili görüşmeler yoluyla belirlenmesi kararlaştırılmıştır. 1925’de toplanan komisyon  1928’de bir borç ödeme plânı yapmıştır. Fakat çok ağır bir ödeme plânı içeren bu antlaşmaya Türkiye, 1929’a kadar uyabilmiştir. 1929’da dünya ekonomik krizi patlak verince Türkiye ödeme sıkıntısı yaşamış ve Hoover moratoryumuna dayanarak ödemeyi geciktirmek istemiştir.Alacaklıların itirazı üzerine yapılan görüşmeler sonunda 1933’de Paris’te daha hafif ödeme şartları taşıyan yeni bir antlaşma imzalanmış, borçlar konusu böylelikle hal yoluna girmiştir.

 

1928’de Duyun-u Umumiye’nin tarihe karışmasından sonra Fransa ile yaşanan bir diğer sorun da Adana-Mersin demiryolunun satın alınması meselesidir. Osmanlı döneminden kalan kapitülâsyonları tümüyle kaldırmaya kararlı olan T.C. Türkiye’deki Fransız işletmelerinin millileştirilmesinde ısrar etmiştir.Buna başlangıçta karşı çıkan Fransız Hükümeti, Türkiye’nin ısrarı karşısında fazla direnmemiş ve 1929’da yapılan bir antlaşma ile durumu kabullenerek, Adana-Mersin demiryolunu Türkiye’ye satmıştır.

 

Bu dönemde Türk-Fransız ilişkilerini olumsuz yönde etkileyen bir başka konu da Bozkurt adlı bir Türk gemisiyle, Lotus adlı bir Fransız gemisinin 1926’da Midilli adası yakınlarında çarpışmasıyla ortaya çıkan durum üzerine başlayan Bozkurt-Lotus davasıdır.Bu davanın 1927’de Milletlerarası Adalet Divanı’nda Türkiye lehinde çözümlenmesi ile Türk-Fransız ilişkilerinde yaşanan gerginlik son bulmuştur.

 

1923-1932 yılları arasında Türkiye ile Fransa arasında yaşanan sorunlar küçük ve önemsiz gibi görünmekle birlikte,  bu sorunların hepsinin de temelinde Fransızların Kapitülâsyonların kaldırılmasına gösterdiği tepkinin yattığı göze çarpmaktadır.

 

6.Türkiye’nin İslam Ülkeleriyle İlişkileri

 

Türkiye bu dönemde Batılılaşma hareketleri çerçevesinde laiklik ilkesine de uygun olarak bir takım inkılâplar gerçekleştirirken, İslam alemiyle dostluk ilişkilerini de geliştirmek istemiştir. Bu istek doğrultusunda ilk önce Afganistan ile yakın ilişkiler kurulmuş, 1 Mart 1921’de Türk-Afgan Dostluk Antlaşması imzalanmıştır.Bu antlaşma ile iki ülke arasında ciddi bir dostluk sağlanmıştır. 1928’de bu antlaşmayı teyit eder nitelikte yeni bir Türk-Afgan Dostluk Antlaşması Ankara’da imzalanmıştır.

 

Bu dönemde Türkiye’nin kısmen aktif olarak ilişkiler içinde bulunduğu bir başka İslam ülkesi ise İran olmuştur. İran ile sınır meseleleri yüzünden Türkiye’nin sorunları vardır. Bu sıkıntılara son vermek amacıyla, iki ülke arasında 1926’da bir Güvenlik ve Dostluk Antlaşması imzalanmışsa da, bu antlaşma problemleri çözmeye yetmemiştir. Bunun üzerine 1928’de ek bir protokol imzalanarak, 1926 antlaşması daha etkin hale getirilmiştir. Nihayet 1932’de İran ile bir Dostluk Antlaşması imzalanarak, hem sınır sorunları çözülmüş hem de dostluk ilişkilerinin gelişmesi sağlanmıştır.

 

Diğer İslam ülkeleriyle ilişkileriz bu dönemde çok iyi değildir. Bunun da en önemli sebebi, Halifeliğin kaldırılmasına İslâm aleminin tepki göstermesidir. Ayrıca bu dönemde genellikle Müslüman ülkeler, Batılı devletlerin sömürgesi durumundadır. Bu nedenle Türkiye ile İslâm ülkeleri arasındaki ilişkiler, İngiltere ve Fransa’nın etkisi altında kalmıştır.

 

Ancak bu dönemde mevcut olan bu tür olumsuzluklara rağmen, Türkiye’nin İslâm ülkeleriyle ilişkileri zaman içinde gelişmiştir. Özellikle bu ülkelerde bağımsızlık mücadelelerinin başlaması sırasında, Atatürk bu mücadeleyi veren aydınlar için örnek teşkil etmiştir.

 

 

 

 

 

1932-1938 Dönemi Türk Dış Politikası

Türkiye 1923-1932 döneminde uyguladığı dış politikanın temelini oluşturan Lozan’dan geriye kalan sorunları 1930’lu yılların başında çözdüğü için,uluslar arası alanda daha aktif rol oynayabilecek duruma gelmiştir.Dolayısıyla bu dönemde Türkiye sadece kendisini ilgilendiren dış meselelerde değil, başta dünya barışının korunması olmak üzere, dünyanın genel meseleleriyle de meşgul olmuştur.

 

Ancak 1929’da yaşanan  dünya ekonomik krizi, bütün devletlerin dış politikalarını yeniden gözden geçirmelerine neden olmuştur. Türkiye’de doğal olarak dış politikasını yeniden gözden geçirmek zorunda kalmıştır. Dünya ekonomik krizinin etkisiyle bu dönemde devletler arasında gruplaşmalar meydana gelmiştir. Bu çerçevede bir tarafta, I. Dünya Savaşı sonucunda oluşan durumu ve mevcut statükoyu değiştirmek isteyen Almanya, İtalya ve Japonya gibi devletlerden oluşan Revizyonist grup; diğer tarafta mevcut statükoyu korumak isteyen İngiltere, Fransa ve S.Birliği gibi devletlerden oluşan Antirevizyonist grup olmak üzere iki grup ortaya çıkmıştır. Bu gruplaşmada Türkiye, antirevizyonist grupta yer almıştır. Türkiye’nin bu grupta yer almasının sebebi ise, kendi güvenliğini sağlamak, dünya barışına katkıda bulunmak ve S. Birliği ile olan dostluk ilişkileri sebebiyle bu ülkenin de yer aldığı bu grupta bulunmaktır.

 

1.Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne (Cemiyet-i Akvam ) Girişi

 

{goster}Yazının Devamı İçin Üye Girişi Yapın yada Kayıt Olun !{/goster}
{gizle} Milletler Cemiyeti, I. Dünya Savaşı’nın galibi devletler tarafından dünya barışını korumak, Versailles Antlaşması ile Avrupa’da oluşturulan düzenin korunmasını sağlamak ve uluslar arası işbirliğini artırmak amacıyla kurulmuştur. Ancak bu teşkilat başlangıçta bir süre İngiltere’nin kontrolünde faaliyet göstermiştir. Bu yüzden Türkiye, İngiltere ile olan sorunları nedeniyle ilk etapta teşkilata pek sıcak bakmamıştır. Ancak takip ettiği “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” felsefesinin bir gereği olarak Türkiye, 1928’den itibaren dünyadaki silahsızlanma faaliyetlerine katılmış ve 1929’da da Briand-Kellog Paktını imzalayarak, uluslar arası ilişkilerde barıştan yana olduğunu ortaya koymuştur Bu durum Türkiye’nin 1930’lardan itibaren Milletler Cemiyeti ile ilgilenmesine sebep olmuştur.

 

Türkiye 1932’de yapılan Cenevre Silahsızlanma Konferansı’nda, Milletler Cemiyeti ile işbirliğine hazır olduğunu bildirmiş, bunun üzerine İspanya ve Yunan temsilcileri Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne kabul edilmesi yönünde bir teklif vermişlerdir. Bu teklifin 6 Temmuz 1932’de Milletler Cemiyeti Genel Kurulu’nca kabulü ve bu kararın 18 Temmuz 1932’de de T.B.M.M.  Genel Kurulu’nda onaylanması sonucu, Türkiye resmen Milletler Cemiyetine üye olarak katılmıştır.

 

2.Balkan Antantı

 

Türkiye’nin bu dönemde takip ettiği dünya barışının korunması çerçevesinde, Balkanlar ve Ortadoğu özellikle barışın korunması konusunda en faydalı bölgeler olarak görülmüş   ve bunun için çaba sarf edilmiştir.

 

Türkiye zaten hem barışın korunması, hem de Balkan ülkeleriyle olan dostluk ilişkilerine verdiği önemin bir göstergesi olarak 1923’te Arnavutluk, 1925’de Bulgaristan ve Yugoslavya ile birer Dostluk Antlaşması imzalamıştı. Gerek bu antlaşmaların Türkiye  ile Balkan ülkeleri arasındaki ilişkileri geliştirmesi, gerekse 1930 yılında Türk-Yunan işbirliğinin gerçekleşmesi Balkan Antantı’nın kurulmasına giden yolda önemli mesafe alınmasını sağlayan unsurlar olmuştur.Ayrıca Türkiye ile Yunanistan arasındaki bu yakınlaşmanın bir sonucu olarak, 1933’te Dostluk ve Sınır Güvenliği Antlaşması’nın imzalanması, Balkanlar’daki olumlu havayı daha da geliştirmiştir.

 

Bu dönemde, Balkanlar’da Türkiye’nin öncülüğünde gelişen dostluk ve işbirliği havası, 1930’lardan itibaren ortaya atılmış olan Balkan Antantı fikrini güçlendirmiştir.Özellikle 1933 yılında Almanya’da Nazilerin iktidara gelmesi bu fikrin, uygulamaya dönüştürülmesini sağlamıştır.

 

Balkan Antantı oluşturulurken, Balkan meselelerine büyük ilgi gösteren İngiltere, Fransa, İtalya, S.Rusya gibi büyük devletlerin onayı alınmış, ancak Bulgaristan ve Arnavutluk sonradan politikalarını değiştirerek bu birliğe katılmama kararı almışlardır. Balkan Antantı Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya arasında 9 Şubat 1934’de imzalanmıştır. Bu antlaşmanın 6 Mart 1934’de T.B.M.M. tarafından onaylanması ile Türkiye resmen Balkan Antantı’nın üyesi olmuştur.

 

Balkan Antantı ile bu ülkeler, Balkanlar’daki sınırlarını bölgedeki revizyonist devletlere karşı korumak amacıyla tedbirler alacak, Balkanlar’da barışın korunması ve güçlendirilmesi konusunda birbirlerine yardım edeceklerdir. Bu birlik Türkiye’nin batı dünyası ile, özellikle de İngiltere ve Fransa ile ilişkilerini güçlendirmesine yol açmıştır.

 

3. Sâdâbâd    Paktı

 

Türkiye Balkanlarda uyguladığı bölgesel barışın korunması ve işbirliğinin güçlendirilmesi politikasını, Ortadoğu’da da bu dönemde uygulamak için gayret sarfetmiştir.Bu amaçla 1932 ve 1936 yıllarında olmak üzere üç kez Irak ile ve yine 1937 yılında bir kez de Mısır ile dostluk ve çeşitli konularda işbirliğini sağlayan antlaşmalar imzalanmıştır. Bunun yanı sıra 1935’de Türkiye-İran-Irak arasında Ortadoğu’da bölgesel işbirliğini geliştirmek gayesiyle üçlü bir antlaşma imzalanmış, bu antlaşmaya daha sonra Afganistan da katılmıştır.

 

Ancak Ortadoğu’da barış havasının estiği bu dönemde İtalya’nın Habeşistan’a saldırması, Doğu Akdeniz’de İtalyan tehlikesini daha  belirgin hale getirmiş ve tedbir alınmasını zorunlu kılmıştır. Bu nedenle bölgesel işbirliğinin daha etkin hale gelmesi gündeme gelmiştir. Bu anlayış doğrultusunda Türkiye’nin öncülüğünde Türkiye, Irak, İran ve Afganistan arasında, Tahran’daki Sâdâbâd Sarayında 1937’de Sâdâbâd Paktı imzalanmıştır.Bu antlaşma 1938’de T.B.M.M. tarafından onaylanarak, yürürlüğe girmiştir.

 

Bu antlaşma ile taraflar kendi aralarındaki dostluk ilişkilerini devam ettirirken, aynı zamanda her konuda işbirliğine girmeyi de taahhüt etmişlerdir. Bunun yanısıra bu paktın bir başka önemi ise, Irak’ın İngiltere’nin mandası altında olması nedeniyle dolaylı olarak Türkiye ile İngiltere arasında da bir işbirliğinin gerçekleştirilmiş olmasıdır.

 

Türkiye Balkan Antlaşmasından sonra, Sâdâbâd   Paktıyla hem batıda hem de Ortadoğu’da bir güvenlik sistemi kurarak, kendisi için önemli gördüğü Balkanlar ve Ortadoğu’daki barışçı politikasını kuvvetlendirmiştir.

 

 

 

 

 

 

4-(1932-1938) Türk Sovyet İlişkileri

Türk-Sovyet ilişkileri cumhuriyetin ilk yıllarında oldukça dostluk havası içinde geçmişti.Ancak iki ülke arasındaki bu dostane ilişkiler, Türkiye’nin 1930’lardan itibaren Batılı  Devletlerle işbirliğine girmesinden olumsuz etkilenmiştir. Buna rağmen Türkiye Başbakanı ve Dışişleri Bakanları 1932’de S.Birliğini ziyaret etmişler ve bu ziyaret ilişkilere bir canlanma getirmiştir. Türkiye Sovyetlerle yaşadığı bu olumlu havayı bozmamak düşüncesiyle 1932’de Milletler Cemiyetine girerken, Sovyetlerin tasvibini almayı da ihmal etmemiştir. 1933 yılında iki ülke arasında zaman zaman görüş ayrılıkları yaşanmasına rağmen ilişkiler sıklaşarak devam etmiş, ancak 1934 yılında ilişkilerde kopukluk yaşanmaya başlanmıştır.Ancak bu dönemde bile Türkiye S.Birliği ile dostluğu sürdürmeye özen göstermiştir. 1933’de Almanya’da  Nazilerin işbaşına gelmesinden büyük rahatsızlık duyan Sovyetlerin İngiltere ile ilişkilerini artırması, Türkiye’nin işini kolaylaştırmıştır. S.Birliği’nin de 1934’de Milletler Cemiyetine girmesi Türk-Sovyet ilişkilerinde rahatlama sağlamıştır.

 

Sovyetler, bu dönemde imzalanan Balkan Antantı’ndan da rahatsızlık duymuşlar, ancak Türkiye tarafından kendilerine gerekli güvencelerin verilmesinden sonra Türk-Sovyet ilişkileri 1936’ya kadar olumlu bir seyir izlemiştir.1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin imzalanmasından sonra iki ülke arasındaki dostluk havasını sürdürme imkânı kalmamıştır. Sovyetlerin dış politikasındaki bu değişiklik sadece Türkiye’ye özgü değildir.S.Rusya bu dönemde can düşmanı kabul ettiği Almanya ile olan ilişkilerinde değişiklik yapmış ve Almanya ile 1939’da bir antlaşma imzalamıştır.1945’den itibaren Sovyetler yayılmacı bir politika izleyerek, Türk topraklarına göz dikmişler ve bunu da açıkça ifade etmekten çekinmemişlerdir.

 

5. Türk İtalyan İlişkileri (1932-1938)

 

Bu dönem Türk-İtalyan ilişkilerinin gelişiminde 1928 Türk-İtalyan antlaşmasının tesiri olmuştur. Bu antlaşma Türkiye ile İtalya arasında büyük bir yakınlaşma sağlamamış olsa bile, 1934’e kadar ilişkilerin olumlu devam etmesinde rol oynamıştır. 1934’de İtalya’nın    Orta ve Yakındoğu’ya yayılma emellerinin ortaya çıkması Türk-İtalyan ilişkilerinin bozulmasına yol açmış, 1935’de İtalya’nın Habeşistan’a saldırması ise Türkiye’yi endişelendirmiştir.Milletler Cemiyeti’nin İtalya’yı bu saldırgan politikasından vazgeçirmek gayesiyle İtalya’ya karşı zorlayıcı tedbirler uygulaması, Türkiye’nin de bu tedbirlere destek vermesi Türk-İtalyan ilişkilerinin tamamen bozulmasına neden olmuştur. Özellikle İtalya’nın 1936 yılında 12 adayı kuşatması, Türkiye’yi huzursuz etmiş ve ilişkileri gerginleştirmiştir.Ayrıca  Türkiye ile yapılan Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nde İtalya, konferansa katılmamış ve Türkiye’nin boğazlarla ilgili isteklerine karşı çıkmıştır.Bu gerginlik 1937’de iki ülke arasında Akdeniz konusunda yapılan bir anlaşma ile nispeten yumuşamıştır. Ancak bu yumuşamanın ardında İtalya’nın Türkiye’yi, Almanya-İtalya grubunun yanına çekmek istemesi gerçeği yattığı için, yumuşama dönemi kısa sürmüştür.Oldukça zikzaklı bir seyir takip eden Türk-İtalyan ilişkileri, Türkiye’nin statükocu devletler safında yer almasında etkili olmuştur.

 

6.(1932-1938) Türk-Alman İlişkileri

 

Almanya, I.Dünya Savaşı’nda yenilerek, imzaladığı Versailles Antlaşması yüzünden uluslar arası diplomatik ilişkilerden uzak kalmış ve dünya siyasetinde aktif bir rol oynayamamıştır.Bu nedenle 1932 yılına kadar Türk-Alman ilişkileri çok düşük bir seviyede gerçekleşmiştir.

 

Ancak 1933’de Nazi yönetiminin işbaşına geçmesiyle Almanya, siyasî ve ekonomik gücünü artırmağa başlamıştır. Buna bağlı olarak Almanya 1933’ten itibaren Orta Avrupa ve Balkanları ekonomik nüfuzu altına almaya yönelmiştir. Almanya’nın dünya siyasetinde aktif bir rol oynamaya başlaması ile birlikte, 1934’ten itibaren Türkiye ile Almanya arasında ekonomik ilişkiler hızla gelişmeye başlamıştır. 1938’de Almanya ile Berlin’de bir ticaret antlaşması imzalanmış,Alman Ticaret Bakanı Türkiye’yi ziyaret etmiştir.Bu ziyaret sonucunda Almanya’nın Türkiye’ye kredi vermesi ile ilgili bir antlaşma yapılmıştır. Ancak Almanya bu dostluğu kullanarak,Türkiye’yi Revizyonist ülkeler grubuna çekmeye çalışmıştır.Bundan rahatsızlık duyan Türkiye,Almanya’nın 1939’da Çekoslovakya’yı işgalini kınamış,Almanya ve İtalya’nın yayılmacı politikasına karşı Antirevizyonist ülkelerin yanında yer alarak, Almanya ile siyasî açıdan yolunu ayırmıştır.

 

7.(1932-1938) Türk-İngiliz İlişkileri,Montrö Boğazlar Sözleşmesi

 

19323-1932 yılları arasında Musul sorunu yüzünden oldukça gergin olan Türk-İngiliz ilişkileri, bu dönemde daha dostça ve karşılıklı anlayış çerçevesinde geçmiştir. Bu dönemde yaşanan olaylar Türk-İngiliz yakınlaşmasını artırmıştır.Bu olayların başında,İtalya’nın Habeşistan’a saldırması gelmektedir.Bu olay üzerine 1936’da Türkiye-İngiltere-Yunanistan-Yugoslavya arasında Akdeniz Paktı adıyla bir antlaşma imzalanmıştır.1936 Montrö Boğazlar Konferansı’nda bu yakınlaşmanın bir sonucu olarak İngiltere, Türkiye’yi desteklemiştir.1936’da İngiltere Kralı VIII. Edward, İstanbul’u ziyaret ederek, Atatürk ile bir görüşme yapmıştır.

 

Bu dönemde iki ülke arasındaki siyasî dostluk, ekonomi alanında da kendisini göstermiştir.1937’de İngilizlerin yardımıyla Karabük Demir-Çelik Fabrikası kurulurken, 1938’de İngiltere’nin Türkiye’ye kredi vermesini öngören bir antlaşma imzalanmıştır.

 

Ayrıca yine bu dönemde Türkiye’nin İngiltere ile olan ilişkilerinde yeni bir dönem açılmış,1937 Nyon Konferansı’nda Türkiye İngiltere ile birlikte hareket etmiştir. Bunu sonucunda 1939’da Türkiye-İngiltere-Fransa arasında Karşılıklı Yardım Antlaşması yapılmıştır. Bu olay Türkiye’nin yolunu kesin olarak çizdiğinin, uluslar arası meselelerde barışı korumak için İngiltere,Fransa gibi Batı Avrupa ülkelerinin yanında yer aldığının göstergesidir.

 

Montrö Boğazlar Sözleşmesi:

 

Boğazlar, hiç şüphe yok ki Türkiye açısından hayatî  öneme sahip bir bölgedir. Ancak Lozan’da imzalanan Boğazlar Sözleşmesi, Boğazlar konusunda Türkiye’yi tam yetkili kılmamıştır. Bu durum, Türkiye’nin bağımsızlık anlayışına ters düştüğü gibi Misak -ı Millî kararlarına da ters bir durum yaratmıştır. Çünkü bu sözleşme ile hem Boğazlar asker ve silahtan arındırılmış, hem de Boğazlardan geçişleri kontrol etmek ve geçişlerle ilgili olarak Milletler Cemiyeti’ne bilgi vermekle yükümlü bir Boğazlar Komisyonu kurulmuştu. Gerçi Türkiye’ye karşı ortaya çıkabilecek bir tehlike durumunda, Boğazların kullanımı ile ilgili olarak Milletler Cemiyeti ve özellikle İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya ve Türkiye’ye garanti vermişti. Ancak bu yetersizdi.

 

19323’de Lozan’da Türkiye’nin Boğazlar konusundaki bu çözüme razı olmasına rağmen, 19323’deki ortam devam ettirilememiştir. Milletler Cemiyeti güvenlik sisteminin dünyanın çeşitli bölgelerinde tam olarak uygulanamaması, İtalya ile Almanya’nın dünya barışını tehdit edecek ölçüde bir yayılmacı politika uygulamaya başlamaları, silahtan arındırılmış olan Boğazların geleceği ve güvenliği konusunda Türkiye’yi endişelendirmeye başlamıştır. Bunu üzerine Türkiye 1936’da “Şartlar Değişmiştir” ilkesinden hareket ederek, 1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesini imzalayan devletlere birer nota göndererek, mevcut sözleşmenin değiştirilmesini istemiştir. İngiltere, Türkiye’nin bu isteğini haklı görerek Türkiye’yi desteklediğini açıklamıştır. İngiltere’nin bu açıklamasının ardından Balkan Antantı Daimi Konseyi de bu yönde bir karar almıştır. Lozan Boğazlar Sözleşmesine imza koyan diğer devletlerin de Türkiye’nin bu isteğine sıcak bakmaları üzerine, İsviçre’nin Montrö şehrinde bu amaçla bir konferans düzenlenmiştir. Görüşmeler sonucunda 20 Temmuz 1936’da Türkiye, İngiltere, Fransa, S. Birliği, Japonya, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan ve Yugoslavya arasında Montrö Boğazlar Sözleşmesi imzalandı.

 

Bu sözleşme ile Boğazlar Komisyonu kaldırılmış, Türkiye’ye Boğazlarda asker ve silah bulundurma hakkı tanınmıştır. Böylece Boğazlar konusunda Türkiye’nin kısıtlanmış olan hakları iade edilerek, Milletler Cemiyeti’nin yetersiz garantisi yerine, Türkiye’nin kendi gücüne dayanarak, Boğazlarda kendi savunmasını yapması imkanı sağlanmıştır. Ayrıca bu sözleşme ile Boğazlardan geçiş ve seyr-i sefer işi, Türkiye’nin ve Karadeniz’de kıyısı olan devletlerin güvenliği sağlanacak şekilde düzenlenmiştir. Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin Karadeniz’e geçebilecek gemilerinin büyüklüğü, cinsi ve tonajı sınırlandırılırken, Karadeniz’de kıyısı olan devletlerin savaş gemilerinin geçişi açısından oldukça serbestlik sağlanmıştır.

 

Türkiye’nin Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile Boğazlarda tam hakimiyetini sağlaması, uluslar arası ilişkilerde de prestijini artırmıştır. Bu sözleşme Türk-İngiliz ilişkilerinde yakınlaşma sağlarken, Türk-Sovyet ilişkilerinde ayrılığın başlamasına yol açmıştır.

 

8.(1932-1938) Türk-Fransız İlişkileri, Hatay Sorunu

 

Bu dönem Türk-Fransız ilişkilerinin en önemli konusunu, Hatay (İskenderun sancağı) meselesi oluşturmuştur.

 

Misak-ı Millî sınırları içerisinde yer alan Hatay (İskenderun), 20 Ekim 1921 Ankara İtilafnâmesi ile Suriye sınırları içinde bırakılmış ve bu sancağa özel bir yönetim şekli tanınmıştır.

 

1936 yılında Fransa, Suriye ile ona bağımsızlık vermeyi öngören bir antlaşma imzalayınca, Suriye sınırları içinde yer alan İskenderun sancağının statüsünün ne olacağı konusu gündeme gelmiştir. Bu tarihte Fransa, İskenderun sancağını Suriye’ye bırakmak istemiştir. Türkiye bu isteğe şiddetle karşı çıkmış ve Fransa’dan 1936’da bu sancağa bağımsızlık vermesini istemiştir. Fransa, bu konuda karar verme yetkisinin olmadığını Türkiye’ye bildirerek, konuyu Milletler Cemiyeti’ne götürmeyi önermiş, Türkiye de bu öneriyi kabul etmiştir. Böylece Milletler Cemiyetine götürülen Hatay meselesi, 1936 tarihinden itibaren burada ele alınmaya başlamıştır. İngiltere’nin de desteği ile Milletler Cemiyeti 1937’de Türkiye’nin tezini benimseyerek, sancağa ayrı bir statü tanınmasını kabul etmiştir. Buna göre sancak içişlerinde serbest, dışişlerinde Suriye’ye bağlı bir hale getirilirken, resmî dili Türkçe olacak ve ayrı bir anayasası bulunacaktır. Ayrıca sancağın resmî dilinin Türkçe olması ve toprak bütünlüğünün korunması hususunun, Türkiye ile Fransa arasında daha sonra yapılacak bir antlaşma ile garanti altına alınması öngörülmüştür. Bu antlaşma 29 Mayıs 1937 günü imzalanmıştır. Bu antlaşma ile hem Türkiye-Suriye sınırı çizilmiş, hem de söz konusu hususlarda garanti verilmiştir. Daha sonra sancak anayasasının çalışmaları sırasında Fransızlar, Türkiye’ye bazı zorluklar  çıkartmışlarsa da, 1938 yılında Almanya’nın Avusturya’yı ilhakı, Fransa’nın Türkiye’ye karşı tutumunun yumuşatmasına sebep olmuştur.Bu anlayış içerisinde iki ülke arasında 1938’de gerçekleştirilen Askerî Antlaşma ile sancağın statüsü aynen korunurken, 4 Temmuz 1938’de imzalanan Dostluk Antlaşmasıyla Hatay sorununun çözümü biraz daha kolaylaştırılmıştır.

 

İskenderun Sancağı Meclisi, 1938 Ağustos’unda yapılan seçimlerin ardından,2 Eylül  1938 tarihinde açılmıştır. Meclis, İskenderun Sancağına,Hatay Devleti adını verirken, yönetim şeklini de “Cumhuriyet” olarak belirlemiştir. Böylece Türkiye’nin çabaları sonucu, Hatay Devleti ilk aşama olarak kurulmuştur.Aslında Türkiye’nin nihai hedefi, Hatay’ın Türkiye’ye katılmasıdır. En sonunda Türkiye’nin bu isteği, iki ülke arasında 23 Haziran 1939’da imzalanan bir antlaşma ile Fransa tarafından kabul edildi. Bunun üzerine Hatay Meclisi de 23 Haziran 1939 tarihindeki son toplantısında oybirliği ile Türkiye’ye katılma kararı almıştır.Böylece Hatay Cumhuriyeti anavatana katılırken, Türkiye’nin bu yöndeki politikası da olumlu sonuç vermiştir. Bu politikanın başarıyla sonuçlanmasında şüphesiz, bu dönemde Avrupa’nın içinde bulunduğu durum, İngiltere’nin Türkiye’ye sağladığı destek ve en önemlisi Türkiye’nin dış politikadaki kararlılığı etkili olmuştur.{/gizle}