İnkılap tarihi

Mustafa Kemal; çok yönlü, üstün yetenek, zeki ve    kuvvetli iradeye sahiptir. Bunlar Mustafa Kemal’in Türk milletinin en büyük lideri olmasında ve tüm dün­yaca kabul edilmesinde etkili olan özellikleridir.

 

1. Vatanseverliği

Mustafa Kemal, bir asker olarak birçok cep­hede vatan savunmasının en güzel örneklerini verdi.

Vatanı savunmanın yüce bir görev olduğunu belirtti. Çanakkale Cephesi’nde askerlerine:

“Size ben taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçen zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve başka komutanlar gelebilir.” diyerek Türk ordusunun Çanakkale Savaşlarındaki başarısının nasıl gerçekleştiğini ortaya koymuştur.

Sakarya Meydan Savaşı’nda Mustafa Kemal askerlerine şu emri verdi: “Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Va­tanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslan­madıkça terk edilemez.” Bu emrin harekete geçir­diği vatanseverlik duygusu Türk ordusuna büyük bir zafer daha kazandırdı.

 

2. İdealistliği

Atatürk’ün ideali; Türk milletinin çağdaş, hayat seviyesi içinde yaşayan bir millet olarak varlığını yük­seltmektir.

Onun ilkeleri bu ideali gerçekleştirmeye yöne­liktir.

Mustafa Kemal, Onuncu Yıl Nutku’nda, az za­manda çok büyük işler yapıldığını belirtmiş, ancak  bunları yeterli görmemiştir.

Mustafa Kemal, idealistliğinin bir gereği olarak şunları söylemiştir: “Yurdumuzu dünyanın en ma­mur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkar­acağız. Milletimizi en geniş refah vasıta ve kaynak­larına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.” Bu ideal yalnızca Atatürk’ün değil, aynı zamanda Türk milletinin de idealidir.

 

3.Hakikati (Gerçegi) Arama Gücü

Mustafa Kemal, gerçekçi bir insandı. Gerek dış politikada gerekse iç politikada hiç hayalci olma­mış,

milleti gerçekleşmesi mümkün olmayan emeller peşinde koşturmamıştır.

“Bizim; akıl, mantık, zeka ile hareket etmek en büyük özelliğimizdir.” sözü bu özelliğine en gü­zel örnektir.

 

4. Çok Cepheliliği (Yönlülüğü)

Mustafa Kemal, üstün bir komutan eşsiz bir devlet adamıdır.

O, pek çok alanda ortaya koyduğu görüşleriyle milletini aydınlatmış; kalkınmanın, gelişmenin ve çağ­daşlaşmanın yollarını göstermiştir.

Mustafa Kemal, hem fikir hem de hareket adamıdır.                                                       

Askerlik, tarih, eğitim, sanat ve ekonomi konularında görüşlerini açıklamakla kalmamış aynı zamanda bu görüşlerini uygulamıştır.

Mustafa Kemal, bu özelliklerinin yanında kendine güveni, göreve bağlılığı, çabuk ve doğru karar verme gücü ile de çok cepheli bir önderdir.

 

5. Gurura ve Ümitsizliğe Yer Vermemesi

Mustafa Kemal, gerçekleştirdiği büyük ve küçük bütün işlerinden sonra gurura veya büyüklenmeye kapılmamıştır. Kendisine farklı davranılmasından hoşlanmazdı.

“Benim müstesna olduğuma dair bir kanun yoktur.” sözü bu özelliğini vurgulamaktadır.

Mustafa Kemal, hayatı boyunca yapacağı bütün işlerde şu şekilde düşünürdü: “Ben bir işte nasıl muvaffak olacağımı düşünmem. O işe neler engel diye düşünürüm. Engelleri kaldırdım mı iş kendikendine yürür.”

Çanakkale Savaşları sırasında cephanesi olmayan asker karşısında süngü tak emrini vermesi onun    zor durumlarda bile ümitsizliğe düşmediğini göstermektedir.

 

6. İleri Görüşlülüğü

Mustafa Kemal, olayların gelişmesini sezgileriyle değerlendirerek sonucunda neler olabileceğini isabetli bir şekilde tespit ederdi. Onun ileri görüşlülüğü­nü gösteren pek çok örnek vardır.

“Yolunda yürüyen bir yolcunun yalnız ufku görmesi yetmez. Muhakkak ufkun ötesini de gör­mesi ve bilmesi gereklidir.” sözü bu özelliğini gös­terir.

Çanakkale Savaşlarında düşmanın nereden çıkarma yapacağını tahmin etmesi, II. Dünya Savaşı’nın çıkacağı 1932′de bir yurt gezisinde “Kırk asırlık Türk yurdu, düşman elinde bırakılamaz.”diyerek ilerde Hatay’ın ana vatana katılacağını belirtmesi onun bu özeliğini en iyi şekilde ortaya koymaktadır.

 

7.  Yöneticiliği

Mustafa Kemal, üstün nitelikli ve çok yönlü bir yöneticiydi.

O, bu özelliğini cephede, mecliste ve cumhur­başkanlığı makamında bütün yönleriyle ortaya koy­muştur.

Atatürk’ün yöneticilik özelliklerinden biri, yeri ve zamanında en doğru kararı alması ve bunu taviz

vermeden uygulamasıdır. Onun başarısının sırrı bu özelliğinde yatmaktadır.

Yapacağı işlerde ani kararlar vererek değil, uzun uzun iyice düşündükten sonra ve sırası geldikçe uygulama safhasına koyarak başarılı olmasını bilmiştir.

“Bir işi zamansız yapmak o işi bozmak, başa­rısızlığa uğratmaktır. Her şey sırasında ve zama­nında yapılmalıdır.” diyerek yöneticilikte nasıl başarılı olunacağını göstermiştir.

 

8. Eğitimciliği

Mustafa Kemal, birçok alanda olduğu gibi eği­tim alanında da milletimizin çağ atlamasını atılım yap­masını sağlayan büyük bir önderdir.

Mustafa Kemal, “Cumhurbaşkanı olmasaydınız ne olmak isterdiniz?” sorusuna “Millî Eğitim Bakanı olarak millî kültürü yükseltmeye çalışmak en bü­yük emelimdi.” karşılığını vermiştir.

Mustafa Kemal, büyük bir eğitimci ve ebedi “başöğretmen”dir. Yeryüzünde onun gibi yazı tahtası başında milletine ders veren başka bir devlet adamı yoktur.

 

9.Sanatseverliği

Mustafa Kemal, Türk toplumunun yüksek bir sanat yeteneğine sahip olduğuna inanıyordu.

Mustafa Kemal döneminde, sanatçı yetiştiren okullar açıldı. Avrupa’ya öğrenci gönderildi.

Mustafa Kemal, her fırsatta sanatçıları ve sa­nat eserlerini takdir ederdi. Sanat ve sanatçıyla ilgili görüşlerini dile getirerek özendirici bir rol oynardı. Onun bu konulardaki sözlerinden bazıları şunlardır: “Yüksek bir insan toplumu olan Türk milletinin tarihi bu özelliği de güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir.”

Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz; hafta cumhurbaşkanı olabilirsiniz, fakat sanatkâr ola­mazsınız.” sözleri sanatseverliğini vurgulamaktadır.

 

10. İnsan ve Millet Sevgisi

Mustafa Kemal, bütün davranışlarıyla her şeyden önce, kendi milletine karşı olan sorumluluğunu ortaya koymuştur.

Türk milletinin şerefi ve hakları söz konusu olduğunda, bunların korunmasını görevlerin en kutsalı saymıştır.

Onun şu sözleri insan sevgisi hakkındaki dü­şüncelerini çok güzel açıklamaktadır: “En uzakta zannettiğimiz bir olayın bize bir gün etki etmeye­ceğini bilemeyiz. Bunun için insanlığın hepsinibir vücut ve bir milleti bunun bir organı saymalı gerekir. Bir vücudun parmağının ucundaki acıdan diğer bütün organlar etkilenir.”

 

11.İyi Kalpliliği

Mustafa Kemal iyi kalpli, temiz yürekli bir insandı. İnsanlığın huzur ve barış içinde yaşaması için  çaba sarf etmişti. Kalbi insan sevgisiyle doluydu.

İkinci Dünya Savaşı’nın belirtilerinin ortaya çıkmaya başladığı sıralarda Mustafa Kemal, şunları söylemiştir:

“İnsanları mutlu edeceğim diye onları birbirlerine boğazlatmak insani olmayan ve son dereceüzücü olan bir sistemdir.” “İnsanları mutlu edecek tek vasıta, onları birbirine yaklaştırarak, onları  birbirine sevdirerek karşılıklı maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılamaya yarayan hareket enerjidir.”

 

12. Yaratıcı Zihniyeti

Atatürk’ün en önemli özelliklerinden biri de yaratıcı zihniyeti idi. Olaylar karşısında yılmadan mücadele eder. Sorunlara çözüm üretirdi. Atatürk, Türk milletinin tarihini inceleyip, onun özelliklerini çok iyi tanımıştı. Böylece Türk milletinin en ümitsiz zamanlardan bile başarılı olabileceğini anlamıştır. O, olayların akışına göre hareket eden değil, olayları yönlendiren bir kişi idi.

 

13. Sabır ve Disiplin Anlayışı

Atatürk bir işi yapmaya karar verdiğinde öncelikle şartların olgunlaşması için çalışırdı. Atatürk, disipline de çok önem verirdi. Bir işi yapmaya karar verdiği zaman ısrarla o konu üzerinde çalışır. Asla vazgeçmezdi.

 

14. Açık Sözlülüğü

Atatürk, doğru bildiğini açıkça söylemekten çekinmezdi. Atatürk, gerçekten memlekete hizmet etmek isteyenlerin açık kalpli olmaları gerektiğini söylerdi.

 

15. Yersiz Acıma Gücünü Kontrol

Atatürk, Türk milletini yüceltmek için ömür boyu çalışmıştır. Olayları asla şansa bırakmamış, yersiz ve gereksiz aflarda bulunmamıştır.

 

16. Mantıklılığı

Atatürk, akla ve mantığa çok önem verirdi. O, yaptığı tüm işleri akla ve mantığa dayandırmıştı.

 

17. Metotlu Çalışması

Atatürk, yapılacak işlerin zamanını ve sırasını çok iyi bilirdi. O yapacağı işlerde her şeyi sırayla yapardı. Önce engelleri ortadan kaldırır, sonra hedefe varmada hiç zorlanmazdı.

 

18. Rehberliği

Atatürk, 19 Mayıs 1919′da Samsun’a çıktıktan hemen sonra başladığı işlerde bir rehberin bütün özelliklerini sergilemişti. O, millete en doğru yolu göstermişti.

 

19. İnkılapçılığı

Atatürk’ün, en önemli yönlerinden biri de inkılapçı bir kişi olmasıdır. Atatürk’ün inkılapçılık anlayışı, zamanına göre geri kalmış kurumların ortadan kaldırılması ve yerine ilerlemeyi, gelişmeyi kolaylaştıracak ve geliştirecek kurumların getirilmesi esasına dayanır. Atatürk, bu durumu şu sözleriyle ifade etmektedir: “İnkılap, var olan müesseseleri zorla değiştirmek demektir. Türk milletini son asırlarda geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak yerlerine, milletin en yüksek medeni gereklere göre ilerlemesini sağlayacak yeni müesseseleri koymuş olmaktır.”

Atatürk’ün inkılapçılık anlayışı, durağan olmayıp sürekli yenileşmeyi ve gelişmeyi öngörmektedir. Bu anlayış doğrultusunda toplumun dönemin gereklerine göre çağdaşlaştırılması, en önemli hedefler arasında yer almaktadır.

19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu'nda, yaygın bir kanaate göre Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık, Türkçülük ana başlıkları altında toplanabilecek fikir akımları görülür. Bu akımların temsilcilerinin ortak noktası; İmparatorluğu içinde bulunduğu durumdan kurtarmak ve eski görkemli günlerdeki durumuna getirmek amacıyla çaba sarf etmiş olmalarıdır. Aynı gaye ile hareket eden bu fikir akımları, yönetim açısından farklılaştıkça birbirlerinden uzaklaşmış ve bazen de çatışma içine girmişlerdir. Buna rağmen bu dönemdeki fikirleri kesin çizgilerle birbirlerinden ayırmak çok zordur. Ancak düşünürlerinin etrafında toplandıkları yayın organları vasıtasıyla bir ayrıma gidilebilmektedir.

Osmanlıcılık

Osmanlıcılık, Osmanlı İmparatorluğu içindeki tüm etnik grupların üzerinde bir "Osmanlılık" duygusunu ve bu duyguya paralel olarak bir "Osmanlı Milletini" ortaya çıkararak Osmanlı Devleti'nin menfaatleri doğrultusunda gayret sarf etmelerini sağlamaya yönelik bir düşünce akımıdır. Bu düşüncenin savunulmaya başlandığı Tanzimat döneminde, İmparatorluk içindeki değişik etnik grupların Batı devletlerinin desteğini alarak bağımsızlığa yöneldikleri göz önüne alınırsa; Osmanlıcılık fikrini ileri süren devlet adamlarının bu yolla iç çekişmeleri yavaşlatmak ve dış baskıları da hafifletmeye çalıştıkları görülecektir.

Bir Osmanlı milleti oluşturma politikası Sultan II. Mahmut'un "Ben tebaamın Müslüman olanını camide, Hıristiyan olanını kilisede, Yahudi olanını havrada fark ederim. Aralarında başka bir günah fark yoktur. Cümlesi hakkındaki muhabbet ve adaletim kavidir ve hepsi gerçek evladımdır." diyordu. 1839'da ilan edilen "Gülhane Hattı Hümayunu"nda bu fikir prensip olarak da tespit edilmiş oldu.

Dolayısıyla Osmanlıcılık fikrinin esas gelişimi dönemi de Tanzimat'tan sonradır. Ancak, Osmanlı devlet adamlarının bu tezlerini sistematik olarak savundukları söylenemez. Bununla birlikte; Yeni Osmanlılar ve Jön Türkler, pek çok konuda birbirlerinden farklı düşünmelerine karşın; "Osmanlıcılık" fikrinin ana programı şu şekilde özetlenebilir: Bütün Osmanlılar hukuken eşittir. Hukuk ve hürriyetleri teminat altına alınır. Toplum zulümden kurtulup, ezel" ve beşer" olan adalete mazhar edilir. Bütün Osmanlı vatandaşları vatan sevgisi ile birleştirilir. Bu maksadın sağlanması için meşruti idareye getirilecektir. Bu maksatların elde edilmesi için şiddet yoluna baş vurulmaz, fitne çıkarılmaz ve ikna yoluyla çalışılır.

Dikkat çekici olan, İslamcıların ve Batıcılar'ın da Osmanlıcılığı savunuyor olmasıdır. Örneğin; Osmanlıcılığın gerekli bir politika olduğunu savunan İslamcı Süleyman Nazif "Cengiz Hastalığı" adlı makalesinde "Bizim damarlarımızda bugün hususi bir kan vardır ki o da Osmanlı kanıdır" derken; Batıcı Celal Nuri, Osmanlıcılığı eleştirenleri kınarken "...Bunun gibi Osmanlıcılık, yani anasırın müsavatı siyaseti de bırakılamaz. Böyle bir sakim (yanlış) politika milletleri herc-ü merc (altüst) edeceği gibi Avrupa'yı hususuyla bazı akvam-ı Osmaniye'ye hamilik eden düvel-i muazzamayı aleyhimize sevk eder..."der.

Yusuf Akçuraoğlu ise; Üç Tarz-ı Siyaset adındaki eserinde Osmanlıcılık fikrini gerçekçi bulmadığını "...muhtelif cins ve dine mensup olup şimdiye kadar birbirleriyle kavga ve savaştan hali kalmayan unsurların şimdiden sonra kaynaşmalarının mümkün olmadığı..." yolundaki sözleri ile ifade etti. Atatürk de Osmanlıcılık fikrinin uygulanamayacağını şu sözleri ile ortaya koymuştur: "...Osmanlı İmparatorluğu içindeki muhtelif kavimler hep milli akidelere sarılarak, milliyet mefküresinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlardan yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık... Anladık ki kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak kendi benliğimize ve milletimize bu hürmeti gösterelim. Bilelim ki milli benliğini bulamayan milletler başka milletlerin şikarıdır. (ganimetidir)".

Osmanlıcılık fikrinin en önemli hedefleri Mithat Paşa ve arkadaşlarının da gayretleriyle 1876'da Kanun-ı Esasî'nin ilanıyla gerçekleşti. Fakat Osmanlıcılığın zaferi olarak görülen bu hareket uzun sürmedi. II. Abdülhamid'in, Osmanlıcılık fikrinin zararlı olduğu kanaatına varması; Meşrutiyet idaresine ara vermesi ve yeniden bütün yetkileri kendisinde toplayarak İslamcılık fikrini ön plana çıkarması ve özellikle toplumun temel nüvesini oluşturan Türklerin Osmanlıcılık fikrine sıcak bakmaması bu fikrin öneminin kaybolmasına sebep olmuştur.

İslamcılık

İslamiyet, Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşundan başlamak üzere belirleyici bir etkiye sahip olmuştur. Fakat "İslamcılık" adıyla ortaya çıkan düşünce akımının amacı ve işlevi çok farklıdır.

Bir düşünce akımı kimliğiyle İslamcılığın tam olarak ne zaman başladığını söylemek mümkün değildir. İslamcılık, yoğun olarak II. Abdülhamid döneminde kendisi ve rakipleri tarafından tartışılmaya başlandı. II. Abdülhamid, İslamcılık politikasıyla hem Balkanlardaki "Panislavizm"i etkisiz duruma sokmak, hem de içeride siyasal rakiplerinin halk içindeki gücünü kırmak istiyordu. Fakat, zaman zaman aynı silah kendisine karşı da kullanıldı.

İslamcılara göre, Osmanlı İmparatorluğu'nda bir çöküş durumu vardı. Bunun sebebi, Batıcıların ileri sürdüğü gibi İslamiyet'ten kaynaklanmıyordu. Çünkü aslında İslamiyet bilime ve yeniliklere açık bir dindir. Demokrasi, meşruti rejim ve en geniş özgürlükler İslamiyet'in özünde vardır. Bu yüzden İslamcılar meşrutiyete karşı değillerdir. Ancak, rejimin memleket şartlarına uydurulması taraftarıdırlar.

Said Halim Paşa'ya göre İslamlaşmak demek; İslam'ın, itikad, ahlak, içtimaiyat ve siyaset sistemini daima zaman ve muhitin ihtiyacına en muvafık bir surette tefsir ve bunlara uymaktır.
İslamcılar çoğunlukla "Sırat-el-mustakim", "Sebilürreşat" ve "Beyan-ul hakim" gibi dergilerin etrafında toplandılar ve yazıları ile devletin çöküş sebebini arayıp kurtuluş yollarını önerdiler. Akımın önemli temsilcilerinden M. Şemsettin Günaltay'a göre, çöküşün sebebi Cinci Hoca, Seyyit Mustafa gibi dar görüşlü kafalardaki adamlardır. Bunların yerine ilimli, çağdaş düşünce ile silahlanmış bir İslamcılığın kurtarıcı olabileceğini savunur. Kalkınmanın metot ve bilgi işi de olduğunu belirten Günaltay, "cahil gericilikle cahil ilericilik" arasında zarar bakımından hiçbir fark görmez. Bu nedenle "her şeyden önce küflü kafalar yıkanmalıdır" der.

İslamcılar, Batı'nın Osmanlı Devleti'nden ileride olduğunu kabul etmişlerdi. Bu yüzden Batı'nın teknik ilericiliğinin alınmasının şart olduğunu savundular. Buna karşılık ahlak ve maneviyat bakımından zayıf olduğunu ileri sürüp Batı taklitçiliğine karşı çıktılar. Şemsettin Günaltay, "Avrupa yalnız kendisini düşünür. Amacı başka ülkeleri sömürmektir. Avrupa'dan merhamet beklemek boşunadır. Kendimiz uyanalım" der.

Çareyi millette bulan İslamcılardan biri de Mehmet Akif'tir. O da Batı'nın teknolojik üstünlüğünü kabul eder. Batı tekniğinin alınmasını isterken taklitçiliği reddeder; "...Dini taklit, adetleri taklit, kıyafeti taklit, selamı taklit, kelamı taklit hülasa her şeyi taklit bir milletin fertleri de insan taklidi demektir ki, kabil değil gerçek bir sosyal topluluk vücuda getiremez, binaenaleyh yaşayamaz..."der.

Milletlerarası politika alanında Batı'nın Osmanlı İmparatorluğu ve diğer Müslüman ülkelere uyguladığı zorba politikaları engellemenin tek yolu olarak "İttihad-ı İslam"ı görürler. Ancak böyle bir birleşmenin kısa sürede başarılmasının mümkün olmadığını da bilirler. Diğer düşünce akımlarından Batıcıları, körü körüne bir taklitçilik peşinde olduğu için tenkid ederler. Başlangıçta Osmanlıcılığa olumlu bakmalarına karşın Balkan Savaşı'ndan sonra bu konudaki düşüncelerini değiştirirler

Sonuç olarak, İslamcılık akımı Osmanlı İmparatorluğu'nun, bu metotla önce kendi birliğini ardından bütün İslam dünyasının kurtuluşunu İslamcı rönesans formülüne bağlamıştı. Bu memleketlerin yeniden kalkınmaları ve yükselmeleri ancak ve ancak İslamlaşmakla mümkündü.

Türkçülük (Turancılık)

Türkçülük diğer akımlara oranla daha geç ortaya çıkmasına karşılık Milli Mücadele'nin başarıya ulaştırılması ve Cumhuriyetin örgütlenmesinde rol oynayan en önemli akımdır.

Yusuf Akçura, Türkçülük akımının başlangıcını, Mustafa Celaleddin Paşa'nın 1869'da Sultan Abdülaziz'e sunduğu bir kitaba kadar geri götürmektedir. Fakat, ilk defa sosyolojik bir metotla, eksik, çekingen ve dağınık fikirlerin toplanması ve bir sistem haline getirilmesi II. Meşrutiyet döneminde sağlanmıştır.

Kasım 1908'de Rusya'dan kaçarak İstanbul'a gelen bazı Türkçülerin kurdukları "Türk Derneği" bu akımın beşiği olmuştur. Türk Derneği'nin kendi kendisini kapatmasından sonra Türkçüler bu kez Ağustos 1911'de kurulan "Türk Yurdu Cemiyet"inde toplanmaya başladılar. Fakat Türkçülüğün asıl örgütlenmesi bu derneğin de kendisini feshederek Asker" Tıbbiyelerin öncülüğünde 3 Temmuz 1911'de kurulan "Türk Ocağı" derneğinde gerçekleşti. Derneğin resmi kurucuları şair Mehmet Emin (Yurdakul), Ağaoğlu Ahmet ve Dr. Fuat Sabit (veznedar) Beylerdir. Balkan Harbi'nden sonra seçilen yönetim kurulunda Hamdullah Suphi Tanrıöver (Reis), Akçuraoğlu Yusuf (İkinci Reis), Halis Turgut, Hüseyin Ragıp, Dr. Akil Muhtar (Özden) ve Dr. Hüseyin Ertuğrul Beylerden oluşmaktadır.

Özellikle Balkan Savaşı'ndan sonra Osmanlıcılık akımının başarısız olmasıyla ortaya çıkan ideal boşluğunu dolduran Türkçülük akımının amacını genel hatları ile şu şekilde özetlemek mümkündür: Osmanlı bayrağı altında bilinçsiz bir şekilde yaşayan Türkleri milli bir duygu ile bilinçlendirmek, milliyetini idrak ettirmek.

Türk milletini İslam beynelmilliyetine kuvvetli bir unsur olarak yeniden sokmak. Aynı zamanda sarsılmış olan Osmanlı Saltanatı'nın dayanaklarını yeniden kuvvetlendirmek. Modernleşmek. Ancak körü körüne bir Batı taklitçiliği içine girmemek, özellikle Tanzimat kafasının Türk toplumunu özünden uzaklaştırma hususunda büyük zararları olmuştur. Bu yüzden, Batılılaşmanın ilk şartı olarak millet haline gelmek ilkesi görülmüştür. Bu aşamadan sonra, Türk milletini Batı medeniyeti camiası içinde durmadan ilerleyen, hiçbir milletten geri kalmayan bir seviyeye yükseltmektir. Bu noktada Batı medeniyetine dahil olmak, milletlerarası hayat içinde yaşamaktır. Milli hüviyetinden ve şahsiye-tinden taviz vermek değildir.

Siyasal amaçlara ulaşabilmek için, millî bir iktisadi politikanın izlenmesi ve özellikle kapitülasyonlardan kurtulmak gerekmektedir. Bu yüzden Ziya Gökalp, Tekin Alp gibi yazarlar "Türk Yurdu", "İktisadiyat Mecmuası" gibi dergilerde "Millet Nedir? Millî İktisat Neden İbarettir"; "İktisad-ı Millî; "Milli İktisada Doğru" vb. yazılar yazarak kamuoyunu aydınlatmaya çalıştılar.

Siyasal bağımsızlığın sağlanması için, önce kültürel bağımsızlığın sağlanması gerektiğini ifade ettiler. Dilde sadeleşmeye, tarih bilincini aşılamaya çalıştılar. Bu hususta Mehmet Emin Bey'in "Cenge Giderken" adındaki şiiri;

"Ne mutlu bana ki Türk yaratıldım
Gönlümün en yüksek gururudur bu
Ne esir edildim, ne de satıldım
Türk benliği, Türk şuurudur bu"

Hem kolay anlaşılır bir dilde oluşu, hem de Türklüğü övüşü itibarı ile dikkat çekicidir.
Bütün bunların gerçekleştirilmesinden sonra Türkçülük akımının son amacı; "Asya'da birbirine bitişik olarak yayılmış olan Türk illerini Osmanlı bayrağının gölgesinde toplayarak büyük ve kuvvetli bir "İLHANLIK" teşkil etmektir. Ziya Gökalp "Turan" adındaki şiirinde Türkçülük akımının bu amacını şöyle açıklar.

Vatan ne Türkiye'dir. Türklere, ne Türkistan
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir; TURAN.

Sonuç olarak Türkçüler için Osmanlı ancak siyasî bir organizasyondur. Sosyal bir gerçeğin adı değildir. Öyleyse bu organizasyonu sağlam bir sisteme oturtmak gerekmektedir. Balkan Savaşları, gayrimüslimlerin ayrılmasını sağlamıştır. Ortadoğu'da Araplar kendi organizasyonları ile meşguldür. O halde devlet ancak Türk milletini bilinçlendirip güçlendirmekle kurtarılabilir. Bu ideal Millî Mücadele ile gerçekleşecektir.

Batıcılık

Tanzimat'tan sonra devleti kurtarmak ve modernleştirmek yolunda ortaya çıkan fikir akımlarından biri de Garpçılıktır. Fikrin kökenini ıslahat faaliyetlerinin başlangıcı ile bütünleştirmek mümkündür. Bu yüzden, I. Meşrutiyet'e gelinceye kadar Batılaşma hareketinin önderleri, ya padişahların bizzat kendileri ya da onların desteklediği devlet adamlarıdır. Durum böyle olunca, hareketin kapsamı Gülhane Hatt-ı Hümayunu gibi hükümdarla tebaa arasındaki münasebetlerin yeni hukuk esaslarına göre ayarlanmasından ibaret kaldı. Bunun en önemli sebebi de Osmanlılar ve Avrupalıların karşılıklı siyasî ve sosyal münasebetlerinde, inanç ve kültür farklılığının mevcudiyeti ve Osmanlı Müslüman toplumunun kendisini kültürel bakımdan Avrupalılardan üstün saymasıydı.

I. Meşrutiyet, Batılılaşma hareketlerinde bir dönüm noktasını teşkil eder. Bu akımın etrafında toplananlar, fikirlerini çoğunlukla "İçtihad" dergisinde ortaya atarlar. Ancak, Garpçıların da kendi aralarında tam bir fikir birliği içinde oldukları söylenemez. Gerilemenin bir dizi gerekçeleri arasında "aydınları" baş sorumlu tutmaları ve "kendisine nur verilmeyenden nur istemeye hakkımız yoktur" ifadeleri dikkat çekicidir. Bununla birlikte iyimserdirler. Uçurumun kenarına gelmiş tek İslam Devleti'nin her şeye rağmen kalkınabileceğine inanmışlardır. Bir şartla ki, sosyal inkılap yapılsın. Bu ilmî bir metotla olabilir.
Batıcılara göre Osmanlı Devleti'nin en büyük problemi Batılı olmamaktan kaynaklanmaktadır.

Dolayısı ile tek kuruluş yolu vardır o da bu yüzyılın fikir ve ihtiyaçlarına uygun medenî bir devlet ve millet halini almaktır. Yani ilmî manasıyla "Garplılaşmaktır" "Nur ondadır." Ona gitmek mecburidir. "Çünkü ikinci bir medeniyet yoktur." Batıcılar bu noktada ikiye ayrıldılar. Batı'nın bir bütün olduğunu gülü ve dikeni ile benimsenmesini savunan Abdullah Cevdet ve arkadaşları birinci grubu oluşturur. Bu noktada Abdullah Cevdet Batıyla çatışmayı "Bal kabağının Krupp güllesiyle çarpışması" olarak değerlendirir ve tatlı fakat boş bir hayal olduğunu ifade eder.

İkinci grubu oluşturan Celal Nuri ve arkadaşları ise Batının yalnız teknolojisinin alınması gerektiğini, Osmanlı Devleti hakkında düşmanca duygular besleyen Batıya kültürel açıdan karşı çıkılmasının kaçınılmaz olduğunu savunur.

Batıcıların belli başlı tezlerini şu şekilde özetlemek mümkündür.Batılaşmak, yani Batı devletlerine benzer bir hale gelmek kaçınılmazdır.İmparatorluğun gelişmesine ve ilerlemesine din, tek başına bir engel değildir. Fakat İslamiyet'in yanlış yorumlanması ve bir dizi batıl itikatların gelişmesi kalkınmaya engel olmaktadır.Özel teşebbüsün desteklenmesi gerekmektedir.Batıcılar "İttihad-ı Anasır" yani Osmanlı birliğine taraftardırlar. Bu anlamda Tanzimat ve Tanzimatçılığı savunmaktadırlar.

Bu görüşlerin yanı sıra Batıcılar o dönem için radikal diyebileceğimiz fikirleri de savunmaktadırlar. Bunların arasında padişahın tek eşli olması, fes'in atılarak şapkanın benimsenmesi, kadınların diledikleri tarzda giyinmelerine ve dolaşmalarına izin verilmesi, mevcut alfabenin atılarak Latin harflerinin kabul edilmesi, okuyuculuk, üfürücülük, falcılık vb. davranışların yasaklanması, medreselerin kapatılarak batı kolejleri tipinde okulların açılması, birer tembellik yuvası olan tekke ve zaviyelerin kapatılması.
Batıcılık düşüncesini savunanlar siyasî partilerden doğrudan destek görmediler. Ancak, fikirlerinin önemli bir kısmı Cumhuriyet'in ilanından sonra uygulama alanı buldu.


Atatürk Dönemi Türk-Dış Politikası (1923-1932)

 

1.Atatürk’ün Dış Politikadaki Temel İlkeleri

a) Akılcı ve gerçekçi olmak.

b) Yapıcı ve barışçı davranmak.

c) Bağımsızlığımıza ve sınırlarımıza saygı duyan devletlerle iyi ilişkiler kurmak.

d) Diğer devletlerin iç işlerine karışmamak, kendi içişlerimize karışılmasına da fırsat vermemek.

e)Devletlerarası sorunları hukuka dayalı barışçı yollardan çözmek.

f) Dış politikanın iç teşkilata uygun olmasını sağlamak.

g) Milletin hayatı tehlikede olmadıkça savaşa girmemek.

h) Millî sınırlarımız içinde her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanarak varlığımızı sürdürmek.

 

1923-1932 döneminde Türk dış politikasının esasını, Türk inkılâbının temel prensipleri ve Türk millî siyaset anlayışına uygun olarak Lozan’da halledilemeyen meselelerin çözümü teşkil etmiştir.Bunun yanı sıra Lozan Antlaşmasıyla ortaya konan esasların uygulanması, büyük devletlerle olan ilişkilerin normalleştirilmesi, komşularımızla dostluk ilişkilerinin kurulmaya çalışılması yine bu dönem dış politikasının temel özellikleridir.Ayrıca bu dönemde uluslararası genel gelişmeler yakından takip edilerek, içte ve dışta istikrarın sağlanmasına çalışılmıştır.

 

2.Türk-İngiliz İlişkileri (Musul Meselesi)

 

Musul, sahip olduğu zengin petrol kaynakları nedeniyle batılı devletlerin ilgisini 19.yüzyıl sonlarından itibaren çekmeye başlamıştır.Özellikle İngiltere, I.Dünya Savaşı sırasında İtilaf Devletleri’nin diğer üyelerini Musul’un kendisine verilmesi konusunda ikna etmiştir.Osmanlı’nın paylaşımını esas alan ve I.Dünya Savaşı sırasında  İtilaf Devletleri arasında yapılan gizli antlaşmalar doğrultusunda İngiltere bölgeye ilgisini sürdürerek, Musul ve çevresinde çeşitli bölücü çabalara girişmiştir. Sonuçta İngiltere, Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra, Türk birliklerinin kontrolünde olan Musul ve civarını Mondros Mütarekesi’nin ruhuna aykırı biçimde işgal etmiştir.Bundan sonra ise İngiltere bölgeyi elinde tutabilmek için her türlü çabayı göstermiştir.Nitekim İngiltere, Osmanlı Devleti ile imzaladığı Sevr Antlaşması ile Musul’u kurulması düşünülen Kürt Devleti’nin sınırları içine aldırmış ve konuyu kendi lehine halletmiştir. Ancak Anadolu’da M. Kemal’in önderliğinde başlayan Millî Mücadele hareketi, yayınladığı Misak-ı Millî’de Musul’u Türk toprağı saymış, Anadolu’da kurulan hükümet ise her platformda Sevr’i tanımadığını açıklamıştır.

 

Kazanılan zafer sonrası başlatılan Lozan Barış görüşmelerinde İngiltere’nin Musul’u bırakmamak konusundaki ısrarı sürmüş ve antlaşmanın tehlikeye girmemesi için Musul sorununun daha sonra taraflar arasında görüşmeler ile halledilmesi uygun görülmüştür.

 

Lozan Antlaşması’nın üçüncü maddesinde “Türkiye ile Irak arasındaki sınır sorununun, Türkiye ile İngiltere arasında dokuz ay içinde barışçı yollardan çözüleceği “ hükmü yer almaktadır. Bu hüküm gereği Türk-İngiliz görüşmeleri 1924 yılı Mayıs ayında başlamıştır. Haliç Konferansı adıyla tarihe geçen bu görüşmelerde Türkiye nüfus açısından, siyasî, tarihî, coğrafî,askerî ve stratejik nedenlere dayalı haklı gerekçelerini öne sürerek,Musul’un Türkiye’ye katılması gerektiğini savunurken,İngiltere Musul’un kendi mandaterliği altındaki  Irak’a bırakılması konusundaki ısrarını sürdürmüş ve bunun yanında Türkiye’den Hakkari’ye kadar uzanan toprak talebinde bulunmuştur. Bu durum da konferans, 5 Haziran 1924 yılında bir sonuca varmadan sona ermiştir. Lozan Antlaşması’nın Musul ile ilgili hükmü, bu görüşmelerin başarısızlığı durumunda sonucun Milletler Cemiyeti’ne götürülmesini öngörmektedir. Başlangıçta üyesi olmadığı, üstelik tamamen İngiliz kontrolünde olan bu organizasyondan Türkiye lehine bir karar çıkmayacağına olan inancından dolayı Türkiye Musul sorununu Milletler Cemiyetine götürmede tereddüt geçirmiş, ancak sonunda Türkiye Musul sorununun Milletler Cemiyeti’nde görüşülmesine razı olmuştur.

 

Musul sorunu, Milletler Cemiyeti tarafından 30 Eylül 1924’de görüşülmeye başlanmıştır.Milletler Cemiyeti tarafından oluşturulan komisyon, Milletler Cemiyeti’ne “Musul’un İngiliz mandası altındaki Irak’ın bir parçası sayılması gerektiğini ve Türkiye ile Irak arasındaki sınırında Brüksel’de belirlenmiş olan çizgiden geçeceğini” bildiren kararı aldıklarını bildirmiştir. Türkiye Musul komisyonunun kararını tanımadığını, komisyonun böyle bir karar alma yetkisinin olmadığını belirtmişse de, Milletler Cemiyeti, Milletler Cemiyeti Musul Komisyonu’nun kararını benimsemiştir.Bu sırada Türkiye, Şeyh Sait isyanının bastırılması işi ile uğraşmaktadır.Musul’u geri almak için kuvvete başvurmaktan başka çare kalmamıştır. Ülke içerisinde yaşanan yeni yapılanma ve Şeyh Sait isyanı gibi iç nedenler buna imkan vermemektedir. Bu nedenle Türkiye, Misak-ı Milli’den taviz sayılabilecek bir geri adımı atmak zorunda kalmış, 5 Haziran 1926’da imzaladığı Ankara Antlaşması ile Musul’u İngiliz mandası altındaki Irak’a bırakmıştır. Buna karşılık Türkiye’ye Musul petrollerinden 25 yıl süreyle % 10’ luk  hissenin verilmesi kabul edilmiştir. Ancak Türkiye aynı yıl 500.000 Sterlin karşılığında bu hisseden vazgeçmiş ve böylece Musul meselesi kapanmıştır.

 

3- Türk-Yunan İlişkileri (Etabli Meselesi)

 

Lozan Konferansı’nda Türkiye’de kalan Rumlarla, Yunanistan’da kalan Türklerin değiştirilmesi meselesi ele alınmış ve bu konuda 30 Ocak 1923’te bir sözleşme hazırlanmıştır. Buna göre; Türkiye’de kalan Rumlarla, Yunanistan’da kalan Müslüman Türklerin değişimi yapılacak, ancak 30 Ekim 1918’den önce İstanbul’un Belediye sınırları içinde yerleşmiş(Etabli) bulunan Rumlarla, Batı Trakya Türkleri bu değişimin dışında tutulacak, yani bunlar yerlerinden oynatılmayacaklardır. Bu değişimi uygulamak üzere Türk, Yunan temsilcilerinden ve tarafsız üyelerden oluşan bir komisyon oluşturulmaktadır. Ancak komisyonun faaliyete geçmesinden sonra Türk ve Yunan temsilcileri arasında, yerleşmiş (Etabli) deyiminin kapsamı yüzünden anlaşmazlık çıkmıştır. Türkiye’ye göre bu deyimin anlamı Türk kanunlarına göre tayın edilecektir. Yunanistan ise Türkiye’nin bu arzusuna karşı çıkmakta, Türkiye’de daha fazla Rum bırakabilmek için 30 Ekim 1918’den önce herhangi bir şekilde İstanbul’da bulunan her Rum’un yerleşik sayılması gerektiğini ileri sürmektedir.

 

Milletlerarası Adalet Divanı’nın yaptığı yorumlarda anlaşma sağlayamayınca, Türk-Yunan ilişkileri gerginleşmiştir. Yunanistan Batı Trakya Türkleri’nin mallarına el koyarak buralara, Türkiye’den gelen Rumları yerleştirmeye başlamıştır. Buna karşılık Türkiye’de İstanbul Rumlarının mallarına el koymuştur. Gerginliğin tırmanması üzerine sorunun görüşmeler yoluyla çözümlenmesi uygun görülmüş ve taraflar arasında 1 Aralık 1926’da bir antlaşma imzalanmıştır. Bu antlaşmanın uygulanması da kolay olmamıştır. Türkiye ile Yunanistan arasında savaş havası esmeye başlamış, fakat Türkiye ile bir savaşın Yunanistan’a getireceği sıkıntıları göze alamayan Venizelos, tutumunu yumuşatmış, Ankara’nın da buna karşılık vermesi üzerine 10 Haziran 1930’da Ahali anlaşmazlığını çözen yeni bir antlaşma imzalanmıştır. Bu anlaşma ile doğum yerleri ve tarihleri ne olursa olsun, İstanbul Rumları ile Batı Trakya Türklerinin hepsi, etabli kapsamı içine alınmıştır. Böylece Lozan’dan beri süren bu anlaşmazlık çözümlenmiştir.

 

Yunanistan ile Türkiye arasında etabli sorunu ile bağlantılı olarak ortaya çıkan bir başka sorun da Patriklik konusudur. Lozan’da Türk temsilcilerinin Patrikliğin Türkiye dışına çıkartılması konusundaki ısrarlı istekleri Batılı ülkeler tarafından kabul edilmemiştir.Lozan’da  sadece Patriğin  siyasetle uğraşmaması konusunda sözlü bir anlaşmaya varılmıştır. 1924 yılında, boşalan Patriklik için yapılan seçimi kazanan kişinin mübadele (değişim) kapsamında yer alması üzerine Türkiye itiraz etmiş ve 1925 yılında yapılan seçim ile mübadele kapsamına girmeyen bir Patrik seçilmiştir.

 

1930’da etabli sorununun çözülmesinden sonra Türk-Yunan ilişkileri iyileşmeye başlamış ve Yunanistan Başbakanı Venizelos’un Ekim 1930’da Türkiye’yi ziyareti sırasında, ilişkileri geliştirmek maksadıyla üç yeni antlaşma daha imzalanmıştır.1931’de İsmet İnönü’nün Yunanistan’a yaptığı iade ziyareti ile, Türk-Yunan ilişkilerinde Kıbrıs meselesinin ortaya çıkışına kadar süren bir bahar dönemi yaşanmıştır.

 

4.Türk-İtalyan İlişkileri

 

Lozan’dan sonra T.C.’nin kuruluşu ile birlikte Milli Mücadele sırasındaki dostça tutumları göz önüne alınarak İtalyanlarla iyi ilişkiler kurulması yoluna gidilmiştir. İtalyanların, Milli Mücadele sırasında işgal ettikleri Türk topraklarında bir işgal gücü gibi davranmamaları, Türklere karşı dostça davranıyor görüntüsü yaratmaları 1917’de kendilerine vaat edilen İzmir’e, 1919 Paris Barış  Konferansı kararı ile Yunanlıların çıkarılmasına duydukları kırgınlıktan kaynaklanan bir durumdur. İtalyanlar Türklerin dostu oldukları görüntüsünü, sergilerken aslında Türkiye’de savaş sonrasında ortaya çıkacak yeni yönetimi ekonomik açıdan kendilerine bağlı hale getirme politikası gütmüşlerdir. Ancak 1922’de İtalya’da yönetime gelen Mussolini yönetiminin yayılmacı politikasının hedefleri şekillenmeye başlayınca, Türkiye’de İtalya’ya karşı bir endişe doğmuştur.Mussolini yönetimi, Roma İmparatorluğunu canlandırmak için sömürgecilik ve yayılmacılık politikasına yönelmiş, Doğu Akdeniz’i kontrolü altına almaya çalışmıştır.Bu da doğal olarak Türk-İtalyan ilişkilerinin gelişmesini olumsuz yönde etkilemiştir. 1925’de İtalya, Türkiye’nin Musul’u kurtarmak için kuvvet kullanmaya kalkışması halinde, kendilerinin de İzmir’e asker çıkaracakları tehdidini savurmuştur. 1926’da Musul sorununun Türkiye aleyhinde çözümü, Türk-İtalya ilişkilerinin değişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Musul sorununun çözümünden sonra İtalya ile Tarafsızlık ve Dostluk Antlaşması imzalanmıştır.

 

Ancak 1930’dan itibaren İtalya’nın takip ettiği yayılmacı politikayı yeniden uygulamaya koyması, Türkiye’yi endişelendirmiş ve Türk-İngiliz yakınlaşmasında, İtalya’nın bu tavrı etkin olmuştur.

 

1935’de İtalya’nın Habeşistan’a saldırması ikili ilişkilerde yeniden güvensizliğin yaşanmasına sebep olmuştur. Bu saldırı üzerine Milletler Cemiyeti İtalya’ya karşı zorlama tedbirleri almış, barışın korunmasından yana olan Türkiye’de bu tedbirlere destek vermiştir.İtalya’nın kendisine karşı zorlama tedbirleri uygulayan ülkelerle siyasî ilişkileri keseceği tehdidi 1936-45 yılları arasında Türk-İngiliz yakınlaşmasını doğurmuş ve bu durum doğal olarak Türk-İtalyan ilişkilerinin zayıflamasına yol açmıştır.

 

5. Türk-Fransız İlişkileri

 

Fransa, daha Millî Mücadelenin devam ettiği günlerde kendi kamuoyunun da baskısıyla, Türkiye ile 20 Ekim 1921 Ankara İtilaf namesini imzalamış ve T. B. M. M Hükümeti’nin varlığını tanıyan ilk İtilaf Devleti olmuştur.Ancak Lozan Antlaşması’nın ardından Osmanlı Borçları Meselesi, Türkiye-Suriye sınırının tespiti konusu, Türkiye’deki Fransız Misyoner Okullarının durumu gibi konular iki ülke arasında çözümlenmesi gereken meseleler olarak kalmıştır. Bu nedenle bu dönemde Türk-Fransız ilişkileri bu meselelerin çözümü ekseninde gelişmiştir.

 

Bu çerçevede ilk olarak ele alınan konu, Türkiye-Suriye sınırının çizilmesi meselesidir. 1921 Ankara İtilafnamesi’nde antlaşmanın imzalanmasından bir ay sonra Türkiye-Suriye sınırını çizmek üzere bir karma komisyonun kurulması öngörülmüştü. Bu komisyon ancak 1925 Eylül’ünde kurulabilmiştir. Taraflar arasında sınır tespiti konusunda yaşanan gerginlik iki tarafın da olumlu tutumu sonucunda aşılmış, 18 Şubat 1926’da parafe edilen antlaşma ile sorun çözümlenmiştir. Ancak Fransızlar Musul sorunu çözüme kavuşturulmadan bu antlaşmayı imzalamaya yanaşmamışlardır. Musul konusunun Türkiye’nin aleyhinde çözümü kesinleşince, bu antlaşma 30 Mayıs 1926’da imzalanmıştır.İyi komşuluk  ve Dostluk Sözleşmesi adını taşıyan bu antlaşmaya göre taraflar aralarındaki anlaşmazlıkları barışçı yollardan çözümleyecekler ve taraflardan birine yöneltilen silahlı saldırıda diğeri tarafsız kalacaktır.

 

Diğer bir mesele de Türkiye’deki Fransız  misyoner okulları meselesidir. Türk hükümeti bir yönetmelik hazırlayarak yabancı okullarda okutulan Tarih ve Coğrafya gibi derslerin Türkçe olarak ve Türk öğretmenler tarafından okutulması esasını kabul etmiştir. Fransız okulları bu yönetmeliğe uymak istememiş, bunun üzerine Fransa ve Papalık duruma müdahale etmeye kalkışmıştır. Türk Hükümeti ise sadece bu okulları kendisine muhatap aldığını belirterek, sorunu Fransız okul yöneticileri ile çözmüş ve Türkiye’nin isteklerini onlara kabul ettirmiştir.Ancak bu olay Türk-Fransız ilişkilerini zayıflatmıştır.

 

Borçlar meselesi ise daha şiddetli bir çekişmeye sebep olmuştur. Fransa, Osmanlı Devleti’nden en fazla alacağı olan ülkedir. Lozan Antlaşmasına göre Osmanlı borçlarının Türkiye tarafından ödenmesi, ödeme şeklinin taraflar arasında Lozan’dan sonra yapılacak ikili görüşmeler yoluyla belirlenmesi kararlaştırılmıştır. 1925’de toplanan komisyon  1928’de bir borç ödeme plânı yapmıştır. Fakat çok ağır bir ödeme plânı içeren bu antlaşmaya Türkiye, 1929’a kadar uyabilmiştir. 1929’da dünya ekonomik krizi patlak verince Türkiye ödeme sıkıntısı yaşamış ve Hoover moratoryumuna dayanarak ödemeyi geciktirmek istemiştir.Alacaklıların itirazı üzerine yapılan görüşmeler sonunda 1933’de Paris’te daha hafif ödeme şartları taşıyan yeni bir antlaşma imzalanmış, borçlar konusu böylelikle hal yoluna girmiştir.

 

1928’de Duyun-u Umumiye’nin tarihe karışmasından sonra Fransa ile yaşanan bir diğer sorun da Adana-Mersin demiryolunun satın alınması meselesidir. Osmanlı döneminden kalan kapitülâsyonları tümüyle kaldırmaya kararlı olan T.C. Türkiye’deki Fransız işletmelerinin millileştirilmesinde ısrar etmiştir.Buna başlangıçta karşı çıkan Fransız Hükümeti, Türkiye’nin ısrarı karşısında fazla direnmemiş ve 1929’da yapılan bir antlaşma ile durumu kabullenerek, Adana-Mersin demiryolunu Türkiye’ye satmıştır.

 

Bu dönemde Türk-Fransız ilişkilerini olumsuz yönde etkileyen bir başka konu da Bozkurt adlı bir Türk gemisiyle, Lotus adlı bir Fransız gemisinin 1926’da Midilli adası yakınlarında çarpışmasıyla ortaya çıkan durum üzerine başlayan Bozkurt-Lotus davasıdır.Bu davanın 1927’de Milletlerarası Adalet Divanı’nda Türkiye lehinde çözümlenmesi ile Türk-Fransız ilişkilerinde yaşanan gerginlik son bulmuştur.

 

1923-1932 yılları arasında Türkiye ile Fransa arasında yaşanan sorunlar küçük ve önemsiz gibi görünmekle birlikte,  bu sorunların hepsinin de temelinde Fransızların Kapitülâsyonların kaldırılmasına gösterdiği tepkinin yattığı göze çarpmaktadır.

 

6.Türkiye’nin İslam Ülkeleriyle İlişkileri

 

Türkiye bu dönemde Batılılaşma hareketleri çerçevesinde laiklik ilkesine de uygun olarak bir takım inkılâplar gerçekleştirirken, İslam alemiyle dostluk ilişkilerini de geliştirmek istemiştir. Bu istek doğrultusunda ilk önce Afganistan ile yakın ilişkiler kurulmuş, 1 Mart 1921’de Türk-Afgan Dostluk Antlaşması imzalanmıştır.Bu antlaşma ile iki ülke arasında ciddi bir dostluk sağlanmıştır. 1928’de bu antlaşmayı teyit eder nitelikte yeni bir Türk-Afgan Dostluk Antlaşması Ankara’da imzalanmıştır.

 

Bu dönemde Türkiye’nin kısmen aktif olarak ilişkiler içinde bulunduğu bir başka İslam ülkesi ise İran olmuştur. İran ile sınır meseleleri yüzünden Türkiye’nin sorunları vardır. Bu sıkıntılara son vermek amacıyla, iki ülke arasında 1926’da bir Güvenlik ve Dostluk Antlaşması imzalanmışsa da, bu antlaşma problemleri çözmeye yetmemiştir. Bunun üzerine 1928’de ek bir protokol imzalanarak, 1926 antlaşması daha etkin hale getirilmiştir. Nihayet 1932’de İran ile bir Dostluk Antlaşması imzalanarak, hem sınır sorunları çözülmüş hem de dostluk ilişkilerinin gelişmesi sağlanmıştır.

 

Diğer İslam ülkeleriyle ilişkileriz bu dönemde çok iyi değildir. Bunun da en önemli sebebi, Halifeliğin kaldırılmasına İslâm aleminin tepki göstermesidir. Ayrıca bu dönemde genellikle Müslüman ülkeler, Batılı devletlerin sömürgesi durumundadır. Bu nedenle Türkiye ile İslâm ülkeleri arasındaki ilişkiler, İngiltere ve Fransa’nın etkisi altında kalmıştır.

 

Ancak bu dönemde mevcut olan bu tür olumsuzluklara rağmen, Türkiye’nin İslâm ülkeleriyle ilişkileri zaman içinde gelişmiştir. Özellikle bu ülkelerde bağımsızlık mücadelelerinin başlaması sırasında, Atatürk bu mücadeleyi veren aydınlar için örnek teşkil etmiştir.

 

 

 

 

 

1932-1938 Dönemi Türk Dış Politikası

Türkiye 1923-1932 döneminde uyguladığı dış politikanın temelini oluşturan Lozan’dan geriye kalan sorunları 1930’lu yılların başında çözdüğü için,uluslar arası alanda daha aktif rol oynayabilecek duruma gelmiştir.Dolayısıyla bu dönemde Türkiye sadece kendisini ilgilendiren dış meselelerde değil, başta dünya barışının korunması olmak üzere, dünyanın genel meseleleriyle de meşgul olmuştur.

 

Ancak 1929’da yaşanan  dünya ekonomik krizi, bütün devletlerin dış politikalarını yeniden gözden geçirmelerine neden olmuştur. Türkiye’de doğal olarak dış politikasını yeniden gözden geçirmek zorunda kalmıştır. Dünya ekonomik krizinin etkisiyle bu dönemde devletler arasında gruplaşmalar meydana gelmiştir. Bu çerçevede bir tarafta, I. Dünya Savaşı sonucunda oluşan durumu ve mevcut statükoyu değiştirmek isteyen Almanya, İtalya ve Japonya gibi devletlerden oluşan Revizyonist grup; diğer tarafta mevcut statükoyu korumak isteyen İngiltere, Fransa ve S.Birliği gibi devletlerden oluşan Antirevizyonist grup olmak üzere iki grup ortaya çıkmıştır. Bu gruplaşmada Türkiye, antirevizyonist grupta yer almıştır. Türkiye’nin bu grupta yer almasının sebebi ise, kendi güvenliğini sağlamak, dünya barışına katkıda bulunmak ve S. Birliği ile olan dostluk ilişkileri sebebiyle bu ülkenin de yer aldığı bu grupta bulunmaktır.

 

1.Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne (Cemiyet-i Akvam ) Girişi

 

{goster}Yazının Devamı İçin Üye Girişi Yapın yada Kayıt Olun !{/goster}
{gizle} Milletler Cemiyeti, I. Dünya Savaşı’nın galibi devletler tarafından dünya barışını korumak, Versailles Antlaşması ile Avrupa’da oluşturulan düzenin korunmasını sağlamak ve uluslar arası işbirliğini artırmak amacıyla kurulmuştur. Ancak bu teşkilat başlangıçta bir süre İngiltere’nin kontrolünde faaliyet göstermiştir. Bu yüzden Türkiye, İngiltere ile olan sorunları nedeniyle ilk etapta teşkilata pek sıcak bakmamıştır. Ancak takip ettiği “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” felsefesinin bir gereği olarak Türkiye, 1928’den itibaren dünyadaki silahsızlanma faaliyetlerine katılmış ve 1929’da da Briand-Kellog Paktını imzalayarak, uluslar arası ilişkilerde barıştan yana olduğunu ortaya koymuştur Bu durum Türkiye’nin 1930’lardan itibaren Milletler Cemiyeti ile ilgilenmesine sebep olmuştur.

 

Türkiye 1932’de yapılan Cenevre Silahsızlanma Konferansı’nda, Milletler Cemiyeti ile işbirliğine hazır olduğunu bildirmiş, bunun üzerine İspanya ve Yunan temsilcileri Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne kabul edilmesi yönünde bir teklif vermişlerdir. Bu teklifin 6 Temmuz 1932’de Milletler Cemiyeti Genel Kurulu’nca kabulü ve bu kararın 18 Temmuz 1932’de de T.B.M.M.  Genel Kurulu’nda onaylanması sonucu, Türkiye resmen Milletler Cemiyetine üye olarak katılmıştır.

 

2.Balkan Antantı

 

Türkiye’nin bu dönemde takip ettiği dünya barışının korunması çerçevesinde, Balkanlar ve Ortadoğu özellikle barışın korunması konusunda en faydalı bölgeler olarak görülmüş   ve bunun için çaba sarf edilmiştir.

 

Türkiye zaten hem barışın korunması, hem de Balkan ülkeleriyle olan dostluk ilişkilerine verdiği önemin bir göstergesi olarak 1923’te Arnavutluk, 1925’de Bulgaristan ve Yugoslavya ile birer Dostluk Antlaşması imzalamıştı. Gerek bu antlaşmaların Türkiye  ile Balkan ülkeleri arasındaki ilişkileri geliştirmesi, gerekse 1930 yılında Türk-Yunan işbirliğinin gerçekleşmesi Balkan Antantı’nın kurulmasına giden yolda önemli mesafe alınmasını sağlayan unsurlar olmuştur.Ayrıca Türkiye ile Yunanistan arasındaki bu yakınlaşmanın bir sonucu olarak, 1933’te Dostluk ve Sınır Güvenliği Antlaşması’nın imzalanması, Balkanlar’daki olumlu havayı daha da geliştirmiştir.

 

Bu dönemde, Balkanlar’da Türkiye’nin öncülüğünde gelişen dostluk ve işbirliği havası, 1930’lardan itibaren ortaya atılmış olan Balkan Antantı fikrini güçlendirmiştir.Özellikle 1933 yılında Almanya’da Nazilerin iktidara gelmesi bu fikrin, uygulamaya dönüştürülmesini sağlamıştır.

 

Balkan Antantı oluşturulurken, Balkan meselelerine büyük ilgi gösteren İngiltere, Fransa, İtalya, S.Rusya gibi büyük devletlerin onayı alınmış, ancak Bulgaristan ve Arnavutluk sonradan politikalarını değiştirerek bu birliğe katılmama kararı almışlardır. Balkan Antantı Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya arasında 9 Şubat 1934’de imzalanmıştır. Bu antlaşmanın 6 Mart 1934’de T.B.M.M. tarafından onaylanması ile Türkiye resmen Balkan Antantı’nın üyesi olmuştur.

 

Balkan Antantı ile bu ülkeler, Balkanlar’daki sınırlarını bölgedeki revizyonist devletlere karşı korumak amacıyla tedbirler alacak, Balkanlar’da barışın korunması ve güçlendirilmesi konusunda birbirlerine yardım edeceklerdir. Bu birlik Türkiye’nin batı dünyası ile, özellikle de İngiltere ve Fransa ile ilişkilerini güçlendirmesine yol açmıştır.

 

3. Sâdâbâd    Paktı

 

Türkiye Balkanlarda uyguladığı bölgesel barışın korunması ve işbirliğinin güçlendirilmesi politikasını, Ortadoğu’da da bu dönemde uygulamak için gayret sarfetmiştir.Bu amaçla 1932 ve 1936 yıllarında olmak üzere üç kez Irak ile ve yine 1937 yılında bir kez de Mısır ile dostluk ve çeşitli konularda işbirliğini sağlayan antlaşmalar imzalanmıştır. Bunun yanı sıra 1935’de Türkiye-İran-Irak arasında Ortadoğu’da bölgesel işbirliğini geliştirmek gayesiyle üçlü bir antlaşma imzalanmış, bu antlaşmaya daha sonra Afganistan da katılmıştır.

 

Ancak Ortadoğu’da barış havasının estiği bu dönemde İtalya’nın Habeşistan’a saldırması, Doğu Akdeniz’de İtalyan tehlikesini daha  belirgin hale getirmiş ve tedbir alınmasını zorunlu kılmıştır. Bu nedenle bölgesel işbirliğinin daha etkin hale gelmesi gündeme gelmiştir. Bu anlayış doğrultusunda Türkiye’nin öncülüğünde Türkiye, Irak, İran ve Afganistan arasında, Tahran’daki Sâdâbâd Sarayında 1937’de Sâdâbâd Paktı imzalanmıştır.Bu antlaşma 1938’de T.B.M.M. tarafından onaylanarak, yürürlüğe girmiştir.

 

Bu antlaşma ile taraflar kendi aralarındaki dostluk ilişkilerini devam ettirirken, aynı zamanda her konuda işbirliğine girmeyi de taahhüt etmişlerdir. Bunun yanısıra bu paktın bir başka önemi ise, Irak’ın İngiltere’nin mandası altında olması nedeniyle dolaylı olarak Türkiye ile İngiltere arasında da bir işbirliğinin gerçekleştirilmiş olmasıdır.

 

Türkiye Balkan Antlaşmasından sonra, Sâdâbâd   Paktıyla hem batıda hem de Ortadoğu’da bir güvenlik sistemi kurarak, kendisi için önemli gördüğü Balkanlar ve Ortadoğu’daki barışçı politikasını kuvvetlendirmiştir.

 

 

 

 

 

 

4-(1932-1938) Türk Sovyet İlişkileri

Türk-Sovyet ilişkileri cumhuriyetin ilk yıllarında oldukça dostluk havası içinde geçmişti.Ancak iki ülke arasındaki bu dostane ilişkiler, Türkiye’nin 1930’lardan itibaren Batılı  Devletlerle işbirliğine girmesinden olumsuz etkilenmiştir. Buna rağmen Türkiye Başbakanı ve Dışişleri Bakanları 1932’de S.Birliğini ziyaret etmişler ve bu ziyaret ilişkilere bir canlanma getirmiştir. Türkiye Sovyetlerle yaşadığı bu olumlu havayı bozmamak düşüncesiyle 1932’de Milletler Cemiyetine girerken, Sovyetlerin tasvibini almayı da ihmal etmemiştir. 1933 yılında iki ülke arasında zaman zaman görüş ayrılıkları yaşanmasına rağmen ilişkiler sıklaşarak devam etmiş, ancak 1934 yılında ilişkilerde kopukluk yaşanmaya başlanmıştır.Ancak bu dönemde bile Türkiye S.Birliği ile dostluğu sürdürmeye özen göstermiştir. 1933’de Almanya’da  Nazilerin işbaşına gelmesinden büyük rahatsızlık duyan Sovyetlerin İngiltere ile ilişkilerini artırması, Türkiye’nin işini kolaylaştırmıştır. S.Birliği’nin de 1934’de Milletler Cemiyetine girmesi Türk-Sovyet ilişkilerinde rahatlama sağlamıştır.

 

Sovyetler, bu dönemde imzalanan Balkan Antantı’ndan da rahatsızlık duymuşlar, ancak Türkiye tarafından kendilerine gerekli güvencelerin verilmesinden sonra Türk-Sovyet ilişkileri 1936’ya kadar olumlu bir seyir izlemiştir.1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin imzalanmasından sonra iki ülke arasındaki dostluk havasını sürdürme imkânı kalmamıştır. Sovyetlerin dış politikasındaki bu değişiklik sadece Türkiye’ye özgü değildir.S.Rusya bu dönemde can düşmanı kabul ettiği Almanya ile olan ilişkilerinde değişiklik yapmış ve Almanya ile 1939’da bir antlaşma imzalamıştır.1945’den itibaren Sovyetler yayılmacı bir politika izleyerek, Türk topraklarına göz dikmişler ve bunu da açıkça ifade etmekten çekinmemişlerdir.

 

5. Türk İtalyan İlişkileri (1932-1938)

 

Bu dönem Türk-İtalyan ilişkilerinin gelişiminde 1928 Türk-İtalyan antlaşmasının tesiri olmuştur. Bu antlaşma Türkiye ile İtalya arasında büyük bir yakınlaşma sağlamamış olsa bile, 1934’e kadar ilişkilerin olumlu devam etmesinde rol oynamıştır. 1934’de İtalya’nın    Orta ve Yakındoğu’ya yayılma emellerinin ortaya çıkması Türk-İtalyan ilişkilerinin bozulmasına yol açmış, 1935’de İtalya’nın Habeşistan’a saldırması ise Türkiye’yi endişelendirmiştir.Milletler Cemiyeti’nin İtalya’yı bu saldırgan politikasından vazgeçirmek gayesiyle İtalya’ya karşı zorlayıcı tedbirler uygulaması, Türkiye’nin de bu tedbirlere destek vermesi Türk-İtalyan ilişkilerinin tamamen bozulmasına neden olmuştur. Özellikle İtalya’nın 1936 yılında 12 adayı kuşatması, Türkiye’yi huzursuz etmiş ve ilişkileri gerginleştirmiştir.Ayrıca  Türkiye ile yapılan Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nde İtalya, konferansa katılmamış ve Türkiye’nin boğazlarla ilgili isteklerine karşı çıkmıştır.Bu gerginlik 1937’de iki ülke arasında Akdeniz konusunda yapılan bir anlaşma ile nispeten yumuşamıştır. Ancak bu yumuşamanın ardında İtalya’nın Türkiye’yi, Almanya-İtalya grubunun yanına çekmek istemesi gerçeği yattığı için, yumuşama dönemi kısa sürmüştür.Oldukça zikzaklı bir seyir takip eden Türk-İtalyan ilişkileri, Türkiye’nin statükocu devletler safında yer almasında etkili olmuştur.

 

6.(1932-1938) Türk-Alman İlişkileri

 

Almanya, I.Dünya Savaşı’nda yenilerek, imzaladığı Versailles Antlaşması yüzünden uluslar arası diplomatik ilişkilerden uzak kalmış ve dünya siyasetinde aktif bir rol oynayamamıştır.Bu nedenle 1932 yılına kadar Türk-Alman ilişkileri çok düşük bir seviyede gerçekleşmiştir.

 

Ancak 1933’de Nazi yönetiminin işbaşına geçmesiyle Almanya, siyasî ve ekonomik gücünü artırmağa başlamıştır. Buna bağlı olarak Almanya 1933’ten itibaren Orta Avrupa ve Balkanları ekonomik nüfuzu altına almaya yönelmiştir. Almanya’nın dünya siyasetinde aktif bir rol oynamaya başlaması ile birlikte, 1934’ten itibaren Türkiye ile Almanya arasında ekonomik ilişkiler hızla gelişmeye başlamıştır. 1938’de Almanya ile Berlin’de bir ticaret antlaşması imzalanmış,Alman Ticaret Bakanı Türkiye’yi ziyaret etmiştir.Bu ziyaret sonucunda Almanya’nın Türkiye’ye kredi vermesi ile ilgili bir antlaşma yapılmıştır. Ancak Almanya bu dostluğu kullanarak,Türkiye’yi Revizyonist ülkeler grubuna çekmeye çalışmıştır.Bundan rahatsızlık duyan Türkiye,Almanya’nın 1939’da Çekoslovakya’yı işgalini kınamış,Almanya ve İtalya’nın yayılmacı politikasına karşı Antirevizyonist ülkelerin yanında yer alarak, Almanya ile siyasî açıdan yolunu ayırmıştır.

 

7.(1932-1938) Türk-İngiliz İlişkileri,Montrö Boğazlar Sözleşmesi

 

19323-1932 yılları arasında Musul sorunu yüzünden oldukça gergin olan Türk-İngiliz ilişkileri, bu dönemde daha dostça ve karşılıklı anlayış çerçevesinde geçmiştir. Bu dönemde yaşanan olaylar Türk-İngiliz yakınlaşmasını artırmıştır.Bu olayların başında,İtalya’nın Habeşistan’a saldırması gelmektedir.Bu olay üzerine 1936’da Türkiye-İngiltere-Yunanistan-Yugoslavya arasında Akdeniz Paktı adıyla bir antlaşma imzalanmıştır.1936 Montrö Boğazlar Konferansı’nda bu yakınlaşmanın bir sonucu olarak İngiltere, Türkiye’yi desteklemiştir.1936’da İngiltere Kralı VIII. Edward, İstanbul’u ziyaret ederek, Atatürk ile bir görüşme yapmıştır.

 

Bu dönemde iki ülke arasındaki siyasî dostluk, ekonomi alanında da kendisini göstermiştir.1937’de İngilizlerin yardımıyla Karabük Demir-Çelik Fabrikası kurulurken, 1938’de İngiltere’nin Türkiye’ye kredi vermesini öngören bir antlaşma imzalanmıştır.

 

Ayrıca yine bu dönemde Türkiye’nin İngiltere ile olan ilişkilerinde yeni bir dönem açılmış,1937 Nyon Konferansı’nda Türkiye İngiltere ile birlikte hareket etmiştir. Bunu sonucunda 1939’da Türkiye-İngiltere-Fransa arasında Karşılıklı Yardım Antlaşması yapılmıştır. Bu olay Türkiye’nin yolunu kesin olarak çizdiğinin, uluslar arası meselelerde barışı korumak için İngiltere,Fransa gibi Batı Avrupa ülkelerinin yanında yer aldığının göstergesidir.

 

Montrö Boğazlar Sözleşmesi:

 

Boğazlar, hiç şüphe yok ki Türkiye açısından hayatî  öneme sahip bir bölgedir. Ancak Lozan’da imzalanan Boğazlar Sözleşmesi, Boğazlar konusunda Türkiye’yi tam yetkili kılmamıştır. Bu durum, Türkiye’nin bağımsızlık anlayışına ters düştüğü gibi Misak -ı Millî kararlarına da ters bir durum yaratmıştır. Çünkü bu sözleşme ile hem Boğazlar asker ve silahtan arındırılmış, hem de Boğazlardan geçişleri kontrol etmek ve geçişlerle ilgili olarak Milletler Cemiyeti’ne bilgi vermekle yükümlü bir Boğazlar Komisyonu kurulmuştu. Gerçi Türkiye’ye karşı ortaya çıkabilecek bir tehlike durumunda, Boğazların kullanımı ile ilgili olarak Milletler Cemiyeti ve özellikle İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya ve Türkiye’ye garanti vermişti. Ancak bu yetersizdi.

 

19323’de Lozan’da Türkiye’nin Boğazlar konusundaki bu çözüme razı olmasına rağmen, 19323’deki ortam devam ettirilememiştir. Milletler Cemiyeti güvenlik sisteminin dünyanın çeşitli bölgelerinde tam olarak uygulanamaması, İtalya ile Almanya’nın dünya barışını tehdit edecek ölçüde bir yayılmacı politika uygulamaya başlamaları, silahtan arındırılmış olan Boğazların geleceği ve güvenliği konusunda Türkiye’yi endişelendirmeye başlamıştır. Bunu üzerine Türkiye 1936’da “Şartlar Değişmiştir” ilkesinden hareket ederek, 1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesini imzalayan devletlere birer nota göndererek, mevcut sözleşmenin değiştirilmesini istemiştir. İngiltere, Türkiye’nin bu isteğini haklı görerek Türkiye’yi desteklediğini açıklamıştır. İngiltere’nin bu açıklamasının ardından Balkan Antantı Daimi Konseyi de bu yönde bir karar almıştır. Lozan Boğazlar Sözleşmesine imza koyan diğer devletlerin de Türkiye’nin bu isteğine sıcak bakmaları üzerine, İsviçre’nin Montrö şehrinde bu amaçla bir konferans düzenlenmiştir. Görüşmeler sonucunda 20 Temmuz 1936’da Türkiye, İngiltere, Fransa, S. Birliği, Japonya, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan ve Yugoslavya arasında Montrö Boğazlar Sözleşmesi imzalandı.

 

Bu sözleşme ile Boğazlar Komisyonu kaldırılmış, Türkiye’ye Boğazlarda asker ve silah bulundurma hakkı tanınmıştır. Böylece Boğazlar konusunda Türkiye’nin kısıtlanmış olan hakları iade edilerek, Milletler Cemiyeti’nin yetersiz garantisi yerine, Türkiye’nin kendi gücüne dayanarak, Boğazlarda kendi savunmasını yapması imkanı sağlanmıştır. Ayrıca bu sözleşme ile Boğazlardan geçiş ve seyr-i sefer işi, Türkiye’nin ve Karadeniz’de kıyısı olan devletlerin güvenliği sağlanacak şekilde düzenlenmiştir. Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin Karadeniz’e geçebilecek gemilerinin büyüklüğü, cinsi ve tonajı sınırlandırılırken, Karadeniz’de kıyısı olan devletlerin savaş gemilerinin geçişi açısından oldukça serbestlik sağlanmıştır.

 

Türkiye’nin Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile Boğazlarda tam hakimiyetini sağlaması, uluslar arası ilişkilerde de prestijini artırmıştır. Bu sözleşme Türk-İngiliz ilişkilerinde yakınlaşma sağlarken, Türk-Sovyet ilişkilerinde ayrılığın başlamasına yol açmıştır.

 

8.(1932-1938) Türk-Fransız İlişkileri, Hatay Sorunu

 

Bu dönem Türk-Fransız ilişkilerinin en önemli konusunu, Hatay (İskenderun sancağı) meselesi oluşturmuştur.

 

Misak-ı Millî sınırları içerisinde yer alan Hatay (İskenderun), 20 Ekim 1921 Ankara İtilafnâmesi ile Suriye sınırları içinde bırakılmış ve bu sancağa özel bir yönetim şekli tanınmıştır.

 

1936 yılında Fransa, Suriye ile ona bağımsızlık vermeyi öngören bir antlaşma imzalayınca, Suriye sınırları içinde yer alan İskenderun sancağının statüsünün ne olacağı konusu gündeme gelmiştir. Bu tarihte Fransa, İskenderun sancağını Suriye’ye bırakmak istemiştir. Türkiye bu isteğe şiddetle karşı çıkmış ve Fransa’dan 1936’da bu sancağa bağımsızlık vermesini istemiştir. Fransa, bu konuda karar verme yetkisinin olmadığını Türkiye’ye bildirerek, konuyu Milletler Cemiyeti’ne götürmeyi önermiş, Türkiye de bu öneriyi kabul etmiştir. Böylece Milletler Cemiyetine götürülen Hatay meselesi, 1936 tarihinden itibaren burada ele alınmaya başlamıştır. İngiltere’nin de desteği ile Milletler Cemiyeti 1937’de Türkiye’nin tezini benimseyerek, sancağa ayrı bir statü tanınmasını kabul etmiştir. Buna göre sancak içişlerinde serbest, dışişlerinde Suriye’ye bağlı bir hale getirilirken, resmî dili Türkçe olacak ve ayrı bir anayasası bulunacaktır. Ayrıca sancağın resmî dilinin Türkçe olması ve toprak bütünlüğünün korunması hususunun, Türkiye ile Fransa arasında daha sonra yapılacak bir antlaşma ile garanti altına alınması öngörülmüştür. Bu antlaşma 29 Mayıs 1937 günü imzalanmıştır. Bu antlaşma ile hem Türkiye-Suriye sınırı çizilmiş, hem de söz konusu hususlarda garanti verilmiştir. Daha sonra sancak anayasasının çalışmaları sırasında Fransızlar, Türkiye’ye bazı zorluklar  çıkartmışlarsa da, 1938 yılında Almanya’nın Avusturya’yı ilhakı, Fransa’nın Türkiye’ye karşı tutumunun yumuşatmasına sebep olmuştur.Bu anlayış içerisinde iki ülke arasında 1938’de gerçekleştirilen Askerî Antlaşma ile sancağın statüsü aynen korunurken, 4 Temmuz 1938’de imzalanan Dostluk Antlaşmasıyla Hatay sorununun çözümü biraz daha kolaylaştırılmıştır.

 

İskenderun Sancağı Meclisi, 1938 Ağustos’unda yapılan seçimlerin ardından,2 Eylül  1938 tarihinde açılmıştır. Meclis, İskenderun Sancağına,Hatay Devleti adını verirken, yönetim şeklini de “Cumhuriyet” olarak belirlemiştir. Böylece Türkiye’nin çabaları sonucu, Hatay Devleti ilk aşama olarak kurulmuştur.Aslında Türkiye’nin nihai hedefi, Hatay’ın Türkiye’ye katılmasıdır. En sonunda Türkiye’nin bu isteği, iki ülke arasında 23 Haziran 1939’da imzalanan bir antlaşma ile Fransa tarafından kabul edildi. Bunun üzerine Hatay Meclisi de 23 Haziran 1939 tarihindeki son toplantısında oybirliği ile Türkiye’ye katılma kararı almıştır.Böylece Hatay Cumhuriyeti anavatana katılırken, Türkiye’nin bu yöndeki politikası da olumlu sonuç vermiştir. Bu politikanın başarıyla sonuçlanmasında şüphesiz, bu dönemde Avrupa’nın içinde bulunduğu durum, İngiltere’nin Türkiye’ye sağladığı destek ve en önemlisi Türkiye’nin dış politikadaki kararlılığı etkili olmuştur.{/gizle}

ATATÜRK  DÖNEMİ  SONRASI  TÜRKİYE

 

A)İnönü Dönemi İç Politikası

 

Atatürk’ün ölümünün ertesi günü, 11 Kasım 1938’de İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığına seçilmesiyle, Türkiye’de yeni bir dönem başlamıştır. İsmet İnönü, Atatürk kadar karizmatik özellikler taşımasa da, Kurtuluş Savaşı yıllarındaki başarıları ve CHP içindeki etkinliği ile 1950 yıllarına kadar ülkeyi tek başına yönetmeyi başarmış ve bu döneme damgasını vurmuştur. 1924 anayasasının cumhurbaşkanına verdiği yetkilerin sınırlı olmasına rağmen, İsmet Paşa CHP ve meclis içindeki gücünü korumuş, “Milli Şef” ve “Değişmez Genel Başkan” sıfatlarıyla ülkenin kaderini doğrudan etkilemiştir.

 

İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı ile ilgili dönemin temel meseleleri,  II.Dünya Savaşı ve Çok Partili Siyasî Hayata Geçilmesidir.

 

İnönü 1939’a kadar Atatürk’ün son başbakanı Celal Bayar ile çalışmıştır. Dış politika ilkeleri ve ekonomik politikaları farklı olan bu iki devlet adamı, iki ay kadar devletin zirvesinde bulunan ilk iki ismi oluşturmuşlardır. Ancak iki ay sonra Celal Bayar kabinesinde iki önemli değişiklik yapılmış, Dışişleri ve İçişleri Bakanları İnönü’nün benimsediği isimlerle değiştirilmiştir. Bu değişiklikler İnönü döneminde iç ve dış politikada Atatürk  döneminden farklı bir siyaset izleneceğinin göstergesidir. Bu dönemde yaşanan bir diğer önemli gelişme de, 26 Ararlık 1938’deki CHP. Olağanüstü Kurultayının toplanmasıdır.Bu kurultayda İsmet İnönü “Değişmez Genel Başkan e Millî Şef” ilan edilmiştir. Böylece İsmet Paşa’nın yaklaşık 12 yıl sürecek olan “Millî Şef ” lik dönemi başlamıştır. Bu durumdan memnun olmayan Celal Bayar’ın Başbakanlıktan ayrılmasıyla, 25 Ocak 1939’da Refik Saydam yeni hükümeti kurmuştur.

 

İsmet Paşa’nın Cumhurbaşkanlığının ilk yılları, II. Dünya savaşı yılları olduğu için, tüm ekonomik ve siyasî girişimler, bu dönemde Türkiye’yi bu savaşın olumsuz etkilerinden uzak tutmak adına gerçekleştirilmiştir. Ne zaman biteceği bilinmeyen bu savaş yüzünden çok sayıda genç askere alınmış, temel ürünlerle ilgili olarak devlet stokları geniş tutulmuştur. Bunlar iç piyasada büyük bir darlığın yaşanmasına ve fiyatların olağanüstü artmasına yol açmıştır.Hükümet karaborsacılarla ve stokçularla yoğun bir biçimde uğraşmışsa da, bu mücadelede toplumun geniş katmanlarını memnun edecek bir başarı elde edilememiştir. 1942’de Refik Saydam’ın ölümü üzerine Şükrü Saraçoğlu Başbakan olmuştur. Bu yılların en önemli olayı  Varlık Vergisi  Kanunu’nun çıkarılmasıdır. Servetlerin bir defaya mahsus vergilendirildiği, vergisini ödemeyenlerin bedensel çalışmaya tâbi tutulduğu bu uygulama, büyük tartışmalara yol açmış ve 1944 yılı başlarında kaldırılmıştır. Tarım kesimiyle ilgili olarak ise Nisan 1944’de Aşar vergisinin bir benzeri olan “Toprak Mahsulleri Vergisi Kanunu” çıkarılmıştır.Gerek Varlık vergisi, gerekse 1946’da kaldırılan Toprak Mahsulleri vergisi halkın İnönü dönemi hükümetlerinden soğumasından başka önemli bir sonuç doğurmamıştır. Ekonomik alandaki tüm olumsuzluklara rağmen, bu dönemde Türkiye silah sanayiinde kullanılan kromu, savaşan ülkelere satarak döviz rezervlerinde olağanüstü bir artış yaşamıştır.

 

İnönü döneminde, Atatürk döneminde başlatılan eğitim faaliyetlerine, özellikle kırsal kesim ağırlıklı olarak hız verilmiş ve Köy Enstitüleri projesi hayata kazandırılıştır. Kırsal kesimle ilgili olarak bu dönemde Toprak ve Tarım Reformu çalışmalarına yeniden hız verilmiş ve topraksız köylü bırakılamaması arzulanmıştır. Ancak geniş arazi sahiplerinin tepkisi ve konuyla ilgili alt yapı yetersizlikleri yüzünden bu proje başarıya ulaştırılamamıştır. Bu dönemde yine eğitim alanında klasik müzik eğitimine önem verilmesi, tiyatronun yaygınlaştırılması, kütüphaneler açılması, doğu ve batı klasiklerinin Türkçe’ye kazandırılmasına yönelik çalışmalar yapılmıştır.

 

İnönü döneminin iç politikadaki en kayda değer olayı ise, çok partili siyasi hayata geçiş için atılan adımlardır. 1939 Mayıs’ında toplanan CHP 5. Kurultayı’nda hükümeti denetlemekle görevli 21 kişilik bir Müstakil Grup kurulmuştur. Ancak hükümeti denetlemek işlevini üstlenen bu grup,CHP’nin doğrudan denetiminde olduğu için demokrasi konusunda beklenen faydayı sağlayamamıştır. İnönü döneminde, Atatürk döneminde siyasetten uzaklaştırılmış olan Kazım Karabekir, Fethi Okyar, Rauf Orbay ve Ali Fuat Cebesoy gibi isimler, yeniden milletvekili yapılarak, bir yumuşama sağlanmıştır. Fakat demokrasi yolunda asıl ciddî ve kalıcı girişim, 1945’de iç ve dış dinamiklerin etkisiyle gerçekleşmiştir. Terakkiperver C. Fırkası ve Serbest C. Fırkası denemelerinin bıraktığı heyecanın halen sürdüğü Türkiye’de, İnönü dönemi hükümetlerini yeniden çok partili siyasî hayata geçme kararına iten iç dinamiklerin başında, savaş yıllarında uygulanan ve özellikle kırsal kesimde yaşayanlarla, esnaf-tüccar kesimini memnun etmeyen ekonomik politikaların bu kesimlerde yarattığı huzursuzluk gelmektedir.Bir başka iç dinamik ise 1923’den beri iktidarda bulunan CHP’nin ciddi bir yıpranma sürecine girmesi ve kendini yenileme ihtiyacı duymasıdır.

 

Türkiye’nin demokrasiye yönelmesinde etkili olan dış dinamiklerin başında ise II. Dünya Savaşı’nı ABD, İngiltere, Fransa gibi demokrasiyi savunan ülkelerin kazanması gelmektedir. II. Dünya Savaşı’nın sonu ile birlikte dünyada yeni dengeler oluşmaktadır. Türkiye’nin bu yeni oluşumun içinde yer alabilmesi ise, Batı’nın her alandaki standartlarını benimsemesi ile yakından ilgilidir. Ancak Türkiye’nin Batı’ya yönelmesini hızlandıran asıl önemli gelişme 1945 yılındaki Sovyet tehdididir. Stalin yönetimindeki S. Rusya’nın 1925 yılında Türkiye ile yapılan antlaşmayı uzatmayacağını açıklaması, bununla yetinmeyerek Kars, Ardahan, Artvin’i isteyen ve boğazların ortaklaşa savunulmasını öngören bir nota vermesi Türkiye’de tepkiye neden olmuştur.

 

Bu iç ve dış gelişmelere bağlı olarak Türkiye’de CHP. Dışında başka siyasî partilerin de kurulması gerektiği yolunda ilk ciddi açıklama, B. Milletler Örgütü’nün kuruluşu için San Francisco’da bulunan Türk heyetinden gelmiştir. İsmet Paşa da II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle ilgili olarak yaptığı konuşmada, “demokrasiye geçileceğini” açıklamıştır.Bu konudaki bir başka önemli adım da,  Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü’nün CHP Meclis Grubu Başkanlığına erdiği “Dörtlü Takrir”dir. Bu ılımlı havanın etkisiyle 18 Temmuz 1945’de “Millî Kalkınma Partisi” kurulmuştur. 7 Ocak 1946’da CHP’den ayrılmış olan Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat köprülü’nün önderliğinde “Demokrat Parti”’nin kurulmasıyla artık demokrasiye geçiş çabaları, geri dönülmez bir seviyeye gelmiştir.

 

Savaş yıllarında ihmal edilen kırsal kesim insanlarıyla, yine savaştan olumsuz yönde etkilenen büyük ve küçük sermaye çevreleri için bir umut ışığı olan Demokrat Parti, aynı zamanda demokrasiye özlem duyanlar için de ideal bir siyasî platform olarak görülmekteydi. D.P.’nin kurulmasından kısa bir süre sonra 1946 Temmuz’unda ilk tek dereceli ve çok partili seçimler yapılmıştır. Açık oy-gizli tasnif yöntemiyle yapılan bu seçimlerde D.P.’nin halktan gördüğü yoğun ilginin henüz sandığa yansımamış olduğu  görülmüş ve CHP 390, DP ise 66 milletvekilliği kazanmıştır.

 

1946 seçimlerinden sonra kan değişikliğine gitmek isteyen İnönü, Saraçoğlu’nun yerine Recep Peker’i başbakanlığa getirmişse de, D.P.’nin büyümesine engel olamamıştır. Bir süre sonra Recep Peker’in istifası üzerine 1947’de Hasan Saka yeni hükümeti kurmuştur. Bu arada D.P.’de huzurlu değildir. Bu partiden de Fevzi Çakmak’ın önderliğinde ılımlı bir grup ayrılarak, 1948’de “Millet Partisi”’ni kurmuştur.

 

CHP. Cephesinde Hasan Saka’nın da istifasıyla, İnönü’nün son başbakanı olan Şemsettin Günaltay yeni hükümeti kurmuştur. 1950’de yapılan genel seçimlerde, seçim sisteminde değişikliğe gidilerek, çoğunluk sistemine dayanan ancak gizli oy-açık tasnif usulüne göre seçim gerçekleşmiştir. Bu seçimlerde büyük bir üstünlük sağlayan D.P. % 53.3 oy oranıyla, 408 milletvekili çıkarmıştır. Böylece CHP iktidarı D.P.’ye devretmiştir.

 

Demokrat Parti Dönemi (14 Mayıs 1950-27 Mayıs 1960)

 

1950 seçimleri sonrasında İnönü’nün Cumhurbaşkanlığından ayrılması ile Celal Bayar Türkiye’nin üçüncü cumhurbaşkanı olarak göreve başlamıştır. Adnan Menderes ise başbakan olarak atanmıştır. D.P.’nin ilk yıllarında  dışarıdan, özellikle ABD’den gelen yardımlar sayesinde görülmemiş bir bolluk yaşanmıştır. 1952’de Türkiye’nin Nato’ya girmesiyle, II. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan yalnızlık da sona ermiştir.Doğal olarak bu gelişme iç politikaya da yansımış ve D.P.’nin gücü ve halktan aldığı destek artmıştır.

{goster}Yazının Devamı İçin Üye Girişi Yapın yada Kayıt Olun !{/goster}
{gizle}

D.P.’nin iktidar gelmesiyle birlikte 1923’den beri uygulanan denk bütçe ilkesinden vazgeçilmiş, para ve maliye politikası kökten değiştirilmiştir. Ekonomik canlanmayı gerçekleştirmeye çalışan yeni hükümet, harcamalarını artırmıştır.D.P.’nin ekonomideki temel hedefi, ekonomik kurumsallaşmayı gerçekleştirmek ve özel sektörün gelişmesine öncelik tanımaktır. İlk yıllarda ekonomide büyük bir canlanma yaşanmış, millî gelirde %15’lik bir artış görülmüştür. Fakat 1954 yılından sonra özellikle dış ticarette denge bozulmaya başlamış ve hükümet kaçınılmaz olarak dış borçlanmaya yönelmiştir. Bu borçlanma siyaseti 1958’de devalüasyona, yani Türk parasının değer kaybetmesine yol açmıştır.

 

Kırsal kesimde de D.P.’nin iktidara gelmesiyle canlanma yaşanmış, özellikle Marshall yardımı sayesinde başta traktör olmak üzere, tarım aletlerinin yaygınlaştırılması gerçekleştirilmiştir. (1948’de 1800 traktör var iken, 1957’de 44.000 traktöre ulaşılmıştır.)

 

D.P., Sanayileşme konusunda önceliği özel sektöre vermekle birlikte, devlete it kuruluşları genişletmek ve yeni fabrikalar açmaktan da geri durmamıştır. Bu dönemde açılan  bazı devlet işletmeleri şunlardır. MKE (1950), Denizcilik Bankası (1951), EBK (1952), DMO (1954), TPAO (1954), Türkiye Selüloz ve Kağıt Fab. (1955) ve Ereğli Demir ve Çelik Fab.(1960) ‘dır. Ancak 1957’den sonra dış kredi alınmasının zorlaşması, ekonomik durumu olumsuz yönde etkilemiş ve yatırımlarda ciddi bir azalma görülmüştür.

 

DP. döneminde ulaşım sektöründe de gelişmeler yaşanmış, ancak bu dönemde Atatürk ve İnönü dönemlerinin aksine demiryollarına değil, karayolu yapımına öncelik verilmiştir.DP. döneminin eğitim politikası da CHP’den farklı olmuştur. Atatürk döneminde açılmış olan  Halkevlerinin 1951 yılında kapatılması ve İnönü döneminde kurulan Köy Enstitüleri’nin kapatılarak İlkokula dönüştürülmesi bu farklı politikanın en çarpıcı örnekleridir. Bununla birlikte bu dönemde ilk ve orta öğretimde okul, öğrenci ve öğretmen sayısında önemli artış yaşanmıştır. 1957’de O.D.T.Ü.,1958’de ise Erzurum Atatürk Ün. açılmıştır.

 

Olumlu ve olumsuz çeşitli gelişmeler karşısında DP. Yöneticilerinin iktidara yeterince hazırlıklı olmamaları ve CHP’nin muhalefet deneyimsizliği iki siyasî parti arasındaki ilişkileri gün geçtikçe gerginleştirmiş ve ülke kısa sürede kısır siyasî çekişmelere sürüklenmiştir. 1951’de Halkevlerinin devletleştirilmesi ve malvarlığının hazineye aktarılması, 1953’de CHP’nin tüm malvarlığının “Haksız kazanç” iddiasıyla hazineye geçirilmesi, 1954’de Köy Enstitüleri’nin kapatılması, basın üzerindeki baskıların artırılması iktidar-muhalefet ilişkilerini kopma noktasına getirmiştir.DP’nin “devr-i sabık” yaratma politikası, CHP’nin iyice hırçınlaşmasına yol açmıştır.

 

Bu ortamda yapılan 1954 seçimlerini yine DP kazanmıştır.CHP’nin bu seçimlerde meclisteki milletvekili sayısı 31’e düşmüştür. DP’nin gücünü artırmış olması, toplumun DP’nin uyguladığı politikayı desteklediği anlamına gelmekteydi. Bu nedenle DP, muhalefet üzerindeki baskısını, 1954’den sonra daha da  artırmıştır. Gazetecilere hapis ve para cezalarının verilmesiyle, CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek’in bir gün göz altında tutulması ve daha sonra 6 ay hapis cezasına çarptırılması iktidar-muhalefet ilişkilerini iyice çıkmaza sürüklemiştir. 1954-57 arasında DP iktidarın belki de en önemi olayı, 6 / 7 Eylül olaylarıdır. 6 Eylül 1955’de Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atıldığı yönünde çıkan haberler üzerine, galeyana gelen bir grup tarafından İstanbul’daki  Rumların ev ve işyerleri tahrip edilmiş, mezarlık ve kiliseleri yağmalanmıştır. Ordu birliklerinin müdahalesiyle bastırılan olaylar sonucunda, sıkıyönetim ilân edilmişse de, Türkiye’nin dış politikada aldığı yara kapatılamamıştır.

 

DP-CHP gerginliğinin artması yüzünden seçimler bir yıl önceye alınarak 1957’de yapılmış DP seçimleri kazanmışsa da,oylarında belirli bir düşüş yaşanmıştır. Bu yeni dönemde DP, ortaya çıkan ekonomik bunalım karşısında çaresiz kalmış ve IMF ile Dünya Bankası’nın dayatmalarına direnememiştir.1958’de Irak’ta bir askerî darbe ile ordunun yönetime el koyması Menderes iktidarını kuşkuya kapılmaya itmiş ve DP potansiyel bir tehlike olarak gördüğü CHP üzerindeki baskılarını artırmıştır. Bu kuşku 1958’de Vatan Cephesi’nin DP tarafından kurulmasına yol açmış, siyasal kamplaşma, dolayısıyla gerginlik iyice büyümüştür.DP iktidarının sonunu hazırlayan gelişme ise 1960’da kurulan Tahkikat Komisyonu’dur. Başta CHP olmak üzere meclis içi ve dışı tüm muhalefeti her türlü siyasî faaliyetten uzaklaştırmayı hedefleyen bu komisyon, sorunları çözemediği gibi, üniversite öğrencilerinin sokağa dökülmesine neden olmuştur. 28 Nisan 1960’da İstanbul Üniversitesi’nde bir öğrencinin öldüğü ve çok sayıda öğrencinin yaralandığı olaylar sonunda sıkıyönetim ilân edilmişse de, olaylar Ankara’ya sıçramıştır. 21 Mayıs’ta Ankara!da Harp Okulu öğrencilerinin yapmış olduğu yürüyüşle verilen mesajın, iktidar tarafından anlaşılamamasından kısa süre sonra, 27 Mayıs 1960’da gerçekleştirilen bir askerî darbe sonucu DP iktidarına son verilmiş, Celal Bayar ve Adnan Menderes görevlerinden ayrılmak zorunda kalmışlardır.

 

İnönü Dönemi Türk-Dış Politikası

a-)II.Dünya Savaşı Yılları

 

Türkiye II. Dünya Savaşı’nda coğrafi konumu yüzünden revizyonist ve antirevizyonist devletlerin, kendisini yanlarında savaşa sokmak amacıyla uyguladıkları yoğun baskılarla karşı karşıya  kalmıştır. Türkiye’nin savaşan tarafların baskıları karşısındaki politikası, tarafsız kalmaktır.

 

1-)Sovyet-Alman İttifakı Döneminde Türkiye:

 

Türkiye,İngiltere ve Fransa ile 1939’da Üçlü İttifakı imzaladığı sırada, II. Dünya Savaşı başlamıştı. Bu arada Almanlara yenilen Polonya, Almanya ile S.Rusya arasında paylaşılmış, Sovyetler Baltık Devletlerinde üstler edinmişti Türkiye antirevizyonist devletlere sempatik bakmakla birlikte bu savaşta yer almamak niyetindeydi.Ancak 1940 Mayıs’ında Almanya’nın Fransa’ya saldırması, İtalya’nın da Almanya’nın yanında yer almasıyla savaş Akdeniz’e de yayılmıştır. Bu durumda İngiltere ve Fransa, Üçlü İttifak gereği Türkiye’nin de savaşa katılmasını istemişlerdir. Ancak S.Birliği’nden duyduğu endişe yüzünden Türkiye müttefiklerin bu isteğini yerine getirmemiş, bu arada Fransa Almanya tarafından saf dışı edilmiş, yalnız kalan İngiltere’de bu istekte fazla ısrarcı olmamıştır.

Ekim 1940’da İtalya’nın Yunanistan’a saldırması, 1941’den itibaren Almanya’nın Balkanlara inmesi Türkiye ile birlikte İngiltere ve Sovyetleri de telaşlandırmıştır. Bu durum Almanya ile Sovyetler arasında gittikçe artan bir nüfuz çatışmasına yol açmış ve bu gelişme Türk-Sovyet ilişkilerinin düzelmesine neden olmuştur.Bu dönemde İngiltere tekrar Türkiye’yi savaşa girme konusunda zorlamaya başlamıştır. Ancak Türkiye yeteri hazırlığı olmadığı gerekçesiyle bu talebi de reddetmiştir.Bu arada Almanya ile Sovyetlerin arası iyice bozulmuştur.

 

2-Alman-Sovyet Savaşı ve Türkiye:

 

1940 yılı Aralık ayında Alman Başbakanı Hitler, Sovyet Rusya’ya savaş açmaya karar vermiştir. Almanya ile ilişkileri bozuldukça Türkiye’ye yaklaşan Sovyetler, bu gelişme üzerine bir bildiri yayınlayarak,Türkiye ile 1925’de yaptıkları “Saldırmazlık Antlaşması”nın yürürlükte olduğunu ilân etmişlerdir Böylece Türkiye üzerindeki Sovyet tehdidi büyük ölçüde kalkmıştır.Buna karşılık Türkiye bu sefer de Alman baskısı ile karşı karşıya kalmıştır.Almanya’nın, S. Rusya’ya saldırmasıyla Türkiye büyük  ölçüde rahatlamıştır.Ancak bu sefer de Türkiye, I. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi, İngiltere’nin boğazlar üzerinde Rusya’ya taviz vermesinden korkmuştur.S.Birliği ile İngiltere’nin Montrö Sözleşmesine saygılı olduklarını ilân eden ortak notasıyla, bu sıkıntıda halledilmiştir.

 

3-Antirevizyonistlerin Türkiye’yi Savaşa Sokma Çabaları:

ABD’nin, Japonya’nın Pearl Harbour baskını üzerine savaşa katılması sonucu, İngiliz-ABD-Sovyet işbirliği süreci başlamış ve savaşın bu devresinde başta İngiltere olmak üzere, müttefikler Türkiye’ye savaşa girme konusunda yeniden baskı yapmaya başlamışlardır. Müttefikler özellikle K.Afrika’da yenilen Almanya’yı, Balkanlardan atmak için, Avrupa ve Balkanlarda Almanya’ya karşı girişecekleri savaşlarda, Türkiye’nin de yer alması görüşündedirler.Müttefiklerin bu kararı 1943’de Adana’ya gelen Churchill tarafından Cumhurbaşkanı İnönü’ye iletilmiştir.Almanların Stalingrad’da durdurulmasıyla Sovyetlerin tavrı değişmiştir.

 

4-Yalta Konferansı ve Türkiye’nin Savaşa Girmesi:

 

4-11 Şubat 1945’de yapılan Yalta Konferansı’nda, San Franssısco’da toplanacak olan Birleşmiş Milletler Konferansı’na kurucu üye olarak katılacak devletlerin, 1 Mart 1945’den önce revizyonist devletlere savaş açmış olmaları şartını kabul etmiştir.Bunun üzerine Türkiye 23 Şubat 1945’de Almanya ve Japonya’ya savaş ilan ederek, Yalta  Konferansı’nın kararlarına uyan bir devlet olarak Birleşmiş Milletlerin kurucu üyeleri arasında yer alma hakkını kazanmıştır. 10 Ağustos 1945 de Japonya’nın teslim olması ile II. D.Savaşı sona ermiştir.

 

II. Dünya Savaşı’ndan Sonra Türk Dış Politikası

 

II.Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle uluslararası sistem ciddi bir yapısal değişime uğramıştır. Uluslararası sistemdeki bu köklü değişiklik ülkelerin dış politikalarına yansırken, Türkiye’nin dış ilişkilerinin yeniden düzenlenmesinde etkili olmuştur.Nitekim II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin dış politikasına egemen olan ve ona yön veren esas unsur, savaş sonrası Avrupa dengesinde meydana gelen boşluklardan yararlanan Sovyetler Birliği’nin Türkiye üzerindeki istekleridir.

 

A-) Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den İstedikleri

 

II.Dünya Savaşı yıllarında Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye yönelik politikası cephe durumlarına göre değişiklikler göstermiş, savaş sonunda gerçek niteliğini kazanmıştır.Sovyet Hükümeti 1945’de, 17 Aralık 1925 tarihli “Türk-Sovyet Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması”nı günün şartlarına ve II. Dünya Savaşı sonunda ortaya çıkan duruma uymadığı gerekçesiyle feshetmiştir.Türkiye iki ülke arasında dostluk ve iyi ilişkilerin devamı için yeni bir antlaşma yapılabileceğini Sovyetlere bildirmişse de, çok geçmeden Sovyetlerle, Türkiye’nin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünden bazı tavizler vermeden anlaşılamayacağı ortaya çıkmıştır. Çünkü Rus yetkili Molotov, Türkiye’nin Sovyet büyükelçisine 7 Haziran 1945’de, iki  ülke arasında yeni bir antlaşma yapılabilmesi için,Boğazların Türkiye ile birlikte savunulması, bunu sağlamak için Sovyetlerle boğazlarda deniz ve kara üstleri verilmesi,Kars ve Ardahan’ın Sovyetlere iade edilmesi gerektiğini bildirmiştir. Türkiye’nin kabul edilmesi mümkün olmayan bu istekleri reddetmesi üzerine, 1945 Haziran’ından itibaren Sovyetler tarafından Türkiye’ye siyasî baskı uygulanmaya başlanmıştır.

 

ABD ve İngiltere’nin, Sovyetler Birliği ile savaş sonunda işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla yaptıkları Postdam Konferansı’nda görüşülen en önemli meselelerden biri Türk boğazlarının durumu olmuştur. Konferansta Sovyetler, Boğazlar meselesinin sadece Türkiye ile kendisini ilgilendiren bir mesele olduğunu belirterek,boğazlarda askerî üstler istemiştir. Sovyetler Postdam Konferansı’ndan bir yıl sonra 8 Ağustos 1946’da, Boğazlar ile ilgili görüşlerini içeren bir notayı Türkiye’ye vermiştir. Sovyetler bu notada; II.Dünya Savaşı sırasında meydana gelen olayların, Montrö Sözleşmesi’nin Karadeniz devletlerinin güvenliğini sağlamakta yetersiz kaldığını ileri sürerek, Boğazlardan geçiş rejimini düzenleme yetkisinin, Türkiye ile Karadeniz devletlerine ait olmasını, boğazların Türkiye ile S.Birliği tarafından ortaklaşa savunulmasını istemiştir. Sovyetlerin bu notası üzerine ABD ve İngiltere ile durumu görüşen Türkiye, bu istekleri reddetmiştir.Sovyetler bu isteklerini Türkiye’ye kabul ettirmek için siyasî baskı yapmaya devam etmiş,24 Eylül 1946’da ikinci bir nota vermiştir.Bu baskılar karşısında Türkiye, İngiltere ve ABD’nin desteğini sağlamak amacıyla faaliyetlerini artırmıştır.

 

a-)ABD’nin Türkiye’yi Desteklemesi

 

Türkiye,Sovyet tehlikesine karşı bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü koruyabilmek amacıyla, 1939’dan itibaren gerek ittifak içinde bulunduğu İngiltere’nin,gerekse II.Dünya Savaşı sonunda süper güç olarak ortaya çıkan ABD’nin desteğini aramıştır.Fakat bir taraftan Türkiye’nin II.Dünya Savaşı’nda tarafsız kalmış olması, diğer taraftan da Türkiye’de tepki uyandıran Sovyet davranışlarının ABD ve İngiltere tarafından aynı tepkiyle karşılanmaması yüzünden Türkiye başlangıçta istediği desteği elde edememiştir.Ancak 1945-46 yıllarında cereyan eden olaylar,İngiltere ve ABD’ni politikasını değiştirmeye yöneltmiştir.

 

II.Dünya Savaşı’ndan itibaren Türkiye  ve Yunanistan’a askerî yardıma devam eden İngiltere, 21 Şubat 1947’de ABD’ne verdiği bir muhtıra ile, artık bu ülkelere yardıma devam edemeyeceğini, fakat batı dünyasının savunması bakımından bu ülkelerin bağımsızlığının önemli olduğunu, bu sebeple ABD’nin askerî ve ekonomik yardımının şart olduğunu bildirmiştir.İngiltere’nin bu muhtırası, O’nun özellikle Ortadoğu’daki yerini ABD’ye terketmek zorunda kaldığını göstermektedir.Bu sebeple İngiliz muhtırasını alan ABD yönetimi, Sovyet yayılmacılığını durdurmak üzere harekete geçmeye karar vermiştir

 

Sonuçta ABD Başkanı Truman, Kongrede 12 Mart 1947’de daha sonraları “Truman Doktrini” adını alan mesajını okumuş ve Kongreden hükümete Türkiye ve Yunanistan’a askerî yardım yapılması konusunda yetki verilmesini istemiştir.Buna dayanarak hazırlanan “Yunanistan ve Türkiye’ye Yardım Kanunu” 22 Mayıs 1947’de yürürlüğe girmiştir.12 Temmuz 1947’de Türk-Amerikan ikili antlaşmasının imzalanmasının ardından ABD,Türkiye’ye askerî yardım yapmaya başlamıştır.Truman Doktrini,Sovyet baskısı karşısında devamlı ABD’nin desteğini arayan Türkiye’de büyük memnuniyet yaratmıştır.Ancak daha sonraki yıllarda ikili anlaşma ile getirilen sınırlamalar Türkiye açısından bir takım sıkıntılar doğurmuştur.

 

Truman Doktrini, II.Dünya Savaşı’nın geçiş devresini sona erdirmiş, dünyanın iki bloğa ayrıldığını ve Sovyet-ABD mücadelesinin, yani soğuk savaş döneminin başladığını ilân etmiştir.

 

Askerî yardım amaçlı Truman Doktrini’nden sonra Türkiye ile ABD arasında 4 Temmuz 1948’de ekonomik işbirliği antlaşması imzalanmıştır.Antlaşmadan sonra Marshall Plânı çerçevesinde 1949-1951  yılları arasında ABD,Türkiye’ye ekonomik yardım yapmıştır.Türkiye bu yardımlarla birlikte artık batı yanlısı bir politika takip etmeye başlamıştır.

 

b-) NATO’nun  Kuruluşu

 

II.Dünya Savaşı’nda  Avrupa’nın yıkılmış olması, Sovyetlere karşı bir denge unsuru olan ABD’nin Avrupa’dan çekilmesi,kuvvetler dengesinin Sovyetler Birliği lehine bozulmasına yol açmış ve Sovyetler Avrupa’nın en güçlü devleti haline gelmiştir.Sovyetler, Almanya ve Japonya’nın yenilmesi ile doğusunda ve batısında meydana gelen boşlukta yayılma politikası  uygulamıştır. Sovyetlerin bu yayılmacı politikasına karşın ABD,Truman Doktrini ve Marshall Plânını uygulamaya başlamış, bunun üzerine faaliyetlerini artıran Sovyetler Birliği 5 Ekim 1947’de diğer peyk ülkelerle birlikte “Kominform”’u kurmuştur.Böylece Doğu Bloku’nun resmen ortaya çıkmasıyla, dünya iki bloğa ayrılmıştır.

Avrupa ülkelerinin güvenliğini sağlayacak herhangi bir ittifak veya teşkilat mevcut değildir.Avrupa’da birleşme yönünde ilk adım,İngiltere ve Fransa arasında imzalanan Dunkerk Antlaşması ile atılmıştır.Prag darbesi Avrupalıları telaşlandırarak, 1948’de Brüksel Paktını imzalamalarına yol açmıştır.Ancak ABD bu ittifaka dahil olmadığından, Batı Avrupa ülkelerinin savunma amacıyla oluşturdukları bu pakt, Sovyetlere karşı bir denge unsuru olmaktan uzak kalmıştır.Bu yüzden de Batı Avrupa ülkeleri ABD’ni ittifaka dahil edebilmek için faaliyetlerini yoğunlaştırmışlardır. Sonuçta ABD.Kongresinde kabul edilen Vanderberg kararı ile ABD 1823’ten beri uyguladığı Montrö Doktrinini terkederek, dış politikasında önemli değişiklikler yapmıştır. ABD’nin dış politikasında yaptığı bu değişikliklerden sonra, Brüksel Paktı sonucunda kurulan Batı Avrupa Birliğine, ABD ve Kanada da dahil olmuş, böylece 12 ülke arasında kısa adı NATO olan ( North Atlantic Treaty Organization ) Kuzey Atlantik İttifakı kurulmuştur.(4 Nisan 1949)

 

c-)Türkiye’nin NATO’ya Girmesi

 

Türkiye’nin NATO’ya girme fikri,II. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan Batı Bloku’na bağlanma çabalarının sonucudur.Aslında savaştan sonra Türkiye’nin Batılılara yaklaşma politikasını bir yandan ülkenin ekonomik kalkınması,özellikle silahlı kuvvetlerin modernizasyonu için gereken kaynakların Batıdan kolayca sağlanabileceği, bir yandan da Atatürk tarafından başlatılan çağdaşlaşma hareketleri sonucu Türkiye’nin batılı bir ülke olabilme yolunda yaptığı tercihin doğal bir sonucu olarak görmek lazımdır.Türkiye’yi Batı’ya yönelten somut sebep ise,Sovyetlerin Türkiye’ye yönelik bir tehdit oluşturmaya başlamasıdır.

 

Sovyet tehdidi yüzünden Türkiye NATO’ya daha kuruluş aşamasında dahil olmak girişiminde bulunmuş, ancak sonuç alamamıştır.8 Ağustos 1949’da Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliğine alınması,Türk devlet adamlarını NATO’ya girme konusunda cesaretlendirmiş ve müracaatlarına haklı bir sebep hazırlamıştır.Ancak Türkiye’nin NATO’ya girme çabaları özellikle Avrupalı üyelerin itirazlarına yol açmıştır.Avrupalı ülkelerden farklı düşünen İngiltere ise Türkiye ve Yunanistan’ın, Avrupa Savunma Cephesi yerine oluşturulacak,Ortadoğu Savunma Planı içerisine alınması gerektiği düşüncesindedir.

 

Bu arada 1950 seçimleri ile D.P. iktidara gelmiş,DP yönetimi dış politikada CHP’nin politikasına yakın bir politika izlerken,ekonomide batıya daha yakın bir ekonomik politika uygulamaya başlamıştır.Batı ile yakınlaşabilmek için,Türkiye’nin NATO’ya girmesini zorunlu gören DP yönetimi, bu sırada patlak veren Kore Savaşını fırsat bilerek, TBMM’nin onayını almadan 4500 kişilik bir Türk birliğini Kore’ye göndermiştir.Kore Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin NATO’ya alınması konusunda ABD’nin tavrı değişmeye başlamıştır. Çünkü Kore Savaşı II.Dünya Savaşı’ndan sonra artık çıkması beklenmeyen bölgesel savaşların hiç de ihtimal dışı olmadığını göstermiş ve NATO ülkelerini özellikle de ABD yönetimini Sovyetler karşısında daha etkili tedbirler almaya yöneltmiştir.Sonuçta Sovyetler Birliği’ne karşı set çekme ve çıkabilecek muhtemel bir savaşta askerî üstlere ihtiyaç duyulması sebebiyle ABD. Türkiye’nin NATO’ya alınmasını gerekli görmüştür.Dolayısıyla Türkiye’nin NATO’ya alınmasında,Kore’deki askerî başarısı,uluslararası sorunlarda Batılılarla birlikte hareket etmesi,modern olmamasına rağmen güçlü bir kara ordusuna sahip olması,jeopolitik konumu birinci derecede etkili olmuştur.

 

TBMM.18 Şubat 1952’de Kuzey Atlantik Antlaşmasını onaylamış, böylece Türkiye resmen NATO’nun üyesi olmuştur.

 

Türkiye NATO’ya girmekle, Sovyet tehdidine karşı Batı savunma sistemi içinde güvenliğini sağlamış,ABD’nin Türkiye’ye yönelik askerî ve ekonomik yardımlarına düzenli bir işlerlik kazandırılmıştır.Türk devlet adamları uzun yıllar Atlantik İttifakını,bir savunma ittifakı olmaktan öte bir dünya görüşü ve millî bir dış politika unsuru olarak değerlendirmişlerdir. Bu anlayışın sonucu olarak Türkiye,uluslararası sorunlarda Batı ülkeleriyle, özellikle de ABD ile ortak hareket etmeye başlamıştır.

 

Soğuk Savaş Dönemi Türk-Dış Politikası

Bu dönemde Türkiye’yi yönetenler Atlantik Antlaşmasını millî bir politika, bir dünya görüşü olarak değerlendirdikleri için,Stalin’in ölümünden sonra Sovyetlerin politikasında görülen yumuşamayı bir taktik hareketi olarak yorumlamışlar ve Batı’ya bağlılığı Türkiye’nin millî çıkarlarının gereği olarak görerek, devam ettirmişlerdir.

 

Türk-ABD yakınlaşması sonucunda,Türkiye’nin NATO’ya girmesinden sonra Türkiye ile ABD arasında birçok ikili antlaşma imzalanmıştır.Bunların bir bölümü TBMM’nin onayından geçirilmeyen gizli antlaşmalardır.Bu antlaşmalardan 1954’de imzalanan “Askerî Kolaylıklar Antlaşması” ile,Türkiye’de bir Amerikan stratejik hava üssü (İncirlik) kurulmasına,ABD uçaklarının belli başlı Türk hava alanlarından, Amerikan gemilerinin de belli başlı Türk limanlarından yararlanmalarına izin verilmiş,çeşitli tesisler kurulması için de ABD’ne Türkiye’de arazi tahsis edilmiştir.1958 yılında imzalanan ikili antlaşma ile Türkiye’de bir füze üssü kurulmuş,ancak bu füze üssü,1962 Küba bunalımı sonucunda ABD ile Sovyetler arasında yapılan pazarlığa bağlı olarak kaldırılmıştır.1959’da imzalanan bir başka antlaşma ile de Türk-ABD ilişkileri Eisenhower Doktrini temelinde en üst düzeye çıkarılmıştır.Bu doktrin özetle; ABD’nin dolaylı ya da dolaysız bir şekilde komünizm saldırısına hedef olacak Ortadoğu ülkelerine gerekirse silahlı kuvvetlerini de kullanarak yardım etmesini öngörmektedir. Eisenhower Doktrini çerçevesinde ABD’nin Lübnan iç savaşına askerî müdahalede bulunması, Türkiye’de muhalefet tarafından eleştiri konusu olmuştur.

 

Türkiye’nin Batı ittifakı içinde tek yönlü politika uygulaması,olumsuz sonuçlarını 1950’lerde uluslararası ilişkilerde göstermeye başlamıştır.Bu bağlamda Türkiye, Ortadoğu’daki gelişmeler ile dünyadaki bağımsızlık ve bağlantısızlar hareketine,Batı ile ilişkilerinin perspektifinden bakmaya başlamış,S.Birliği ve müttefikleriyle ilişkiler en alt seviyede tutulmuştur.

 

Truman Doktrini çerçevesinde ABD yardımı alan Türkiye,Filistin konusunda batı yanlısı bir politika takip ederek,İsrail Devletini tanımış,bu durum Türk-Arap ilişkilerinde olumsuz etki yapmıştır.Türkiye NATO’ya girdikten sonra, ABD ve İngiltere’nin isteği üzerine 24 Şubat 1955’de Ortadoğu’da bir savunma ittifakı kurmuş,kısa adı CENTO olan bu pakt (Türkiye-İran-Irak-İngiltere-Pakistan) Türkiye’nin Arap dünyası ile  ilişkilerini iyice bozmuştur. Gelişmeler S.Birliğini Ortadoğu’da daha aktif hale getirirken, Türkiye’yi de daha fazla batıya kaydırmıştır.

 

Türkiye, ABD’nin teşviki ile Balkanlar’da da bazı diplomatik faaliyetlere girişmiş,1954’de, 1960yılına kadar sürecek olan Balkan Paktı’nın kurulmasını sağlamıştır.

 

II.Dünya Savaşından sonra dünyada meydana gelen önemli gelişmelerden biri de, kolonizasyon hareketleri sonucunda Asya ve Afrika’da yeni bağımsız devletlerin kurulmasıdır.Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın kendilerine verdiği imkanlardan yararlanarak bağımsızlığını kazanmaya çalışan Asya ve Afrika’daki sömürge durumundaki devletlerin bağımsızlıklarını elde etme çabaları karşısında Türkiye, NATO antlaşmasına çok önem vermiş ve Birleşmiş Milletlerde bu konuda yapılan oylamalarda Batılı müttefikleriyle aynı çizgide hareket etmeye özen göstermiştir.Aynı şekilde Türkiye, yeni bağımsızlığına kavuşan Asya ve Afrikalı devletlerin başlattığı bağlantısızlar veya üçüncü dünya hareketine de tavır almıştır.

 

27 Mayıs 1960 hareketinden sonra da, Türk dış politikasında eskiye göre önemli bir değişiklik yaşanmamıştır.1960’lı yılların ortalarına gelindiğinde uluslararası sistemde, üçüncü dünya ülkelerinin ortaya çıkmasıyla, iki kutupluluktan çok merkezli bir sisteme ve soğuk savaş döneminden,yumuşama dönemine geçiş başlamıştır.Bu uluslararası konjonktür içinde,Türk dış politikasında Kıbrıs sorunu ön plana çıkmıştır.

 

KIBRIS  SORUNU

 

Tarihinin hiçbir döneminde Yunan idaresinde olmayan Kıbrıs’ta sorunun en basit tanımı Yunanistan ve Kıbrıs  Rumlarının adayı Yunanistan’a bağlama çabaları ve Kıbrıs Türklerinin buna karşı çıkmalarıdır.Rumca “ENOSİS” sözcüğü ile tanımlanan bu çabaların kökeni, 19.yüzyılın başlarında ortaya çıkan Yunan milliyetçiliğine ve bunun sonucunda beliren yayılmacı “Megali  İdea”politikasına dayanmaktadır

 

1571-1878 yılları arasında Türk yönetiminde kalan Kıbrıs,bu tarihte geçici kaydıyla İngiltere’ye devredilmiştir.Ancak İngiltere 1914 yılında adayı fiilen ilhak ettiğini açıklamış,bu fiili durum Lozan Antlaşması ile hukukileşmiştir.1947 Paris Antlaşması ile İtalya’nın Osmanlı Devleti’nden işgal etmiş olduğu 12 adanın, Yunanistan’a verilmesi, Yunanistan’ı cesaretlendirmiş,Rum-Yunan ikilisi Kıbrıs’ı da ilhak için faaliyetlerini artırmıştır.Rum-Yunan ikilisinin adada önce İngiliz yönetimine,daha sonra da Türklere yönelttikleri terörist eylemlerin Türk basını ve kamuoyu tarafından yakından takip edilmesine rağmen,Türk hükümeti 1955 yılına kadar Kıbrıs konusu ile ilgilenmemiş,hatta 1 Nisan 1954’de Türk Dışişleri Bakanı verdiği bir demeçte, “İngiltere’ye ait olan Kıbrıs’ın statüsünde bir değişikliğe razı olmadıklarını,bu sebeple Türkiye’nin Kıbrıs meselesi diye bir sorununun mevcut olmadığını” açıklamıştır.Ancak bir taraftan Kıbrıs Meselesinin kısa zamanda Türk kamuoyuna mâlolarak, Türkiye için millî bir dava haline gelmesi, diğer taraftan Kıbrıs’tan çekilme niyetinde olan İngiltere’nin Yunanistan’ı dengelemek için 29 Ağustos 1955’de Londra Konferansına Türkiye’yi de davet etmesi,Türkiye’yi Kıbrıs sorununa dahil olmak mecburiyetinde bırakmıştır.Kıbrıs meselesi bu tarihten itibaren Türk-dış politikasının ana konularından biri haline gelmiştir.Başlangıçta Kıbrıs’ta statünün devamını isteyen Türkiye,1957 yılından itibaren Kıbrıs’ta taksimi savunmaya başlamış,ancak 1959 yılında Kıbrıs’ta bağımsız bir cumhuriyetin kurulmasına razı olmuştur.

 

1958 yılında Kıbrıs’ta Rum tedhişçiliğinin şiddetlenmesi dolayısıyla Türk-Yunan ve Yunan-İngiliz ilişkileri gerginleşmiştir.Bu sebeple ABD ve NATO’nun arabuluculuk ve baskıları ile üç devlet müzakerelere girişmişler,1959 Zurich ve Londra Antlaşmaları ile Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyetinin kurulmasına karar verilmiştir. Bu antlaşma Kıbrıs’ta ENOSİS ve taksimi yasaklamakta, Türkiye-Yunanistan ve İngiltere’ye kurulacak anayasal düzeni korumak için garantörlük ve buna dayanarak tek başına adaya müdahale hakkı vermektedir.Bu esaslar çerçevesinde hazırlanan Kıbrıs anayasasının 16 Ağustos 1960’da yürürlüğe girmesi ile Kıbrıs Cumhuriyeti resmen kurulmuştur.Ancak Kıbrıs Rumları, Türkleri Kıbrıs yönetiminden atmak ve ENOSİS’ i gerçekleştirebilmek için mevcut anayasayı değiştirmek yoluna gitmişlerdir.Bu amaçlarını silah yoluyla gerçekleştirmek isteyen Rum yönetiminin saldırıları 1963 yılında bir soykırıma dönüşmüş, Türkler fiilen yönetimden dışlanmışlardır.Dolayısıyla 1960  yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti,aslında Makarios tarafından 1963 yılında fiilen yıkılmıştır.Bu tarihten itibaren Makarios yönetimi bir taraftan Rumları katlederken,bir taraftan da uyguladığı baskı ve ekonomik ambargo ile Kıbrıs’ı Türkler açısından yaşanmaz hale getirmiştir.

 

Kıbrıs Rum yönetiminin Türklere yönelttikleri saldırıların 1964’ten itibaren tekrar artması üzerine Türkiye garantörlük hakkını kullanarak Kıbrıs’a müdahale etmek istemiş,ancak ABD Başkanı Johnson’un 5 Haziran 1964 tarihli ünlü mektubu ile müdahaleden vazgeçmek zorunda bırakılmıştır.Johnson mektubunda, “1947 tarihli yardım antlaşması gereğince Türkiye’ye ABD tarafından verilmiş silahların sınırlar dışında kullanılamayacağı, ABD’nin Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesini meşru saymayacağı, böyle bir hareket sonucunda S. Birliği’nin Türkiye’ye saldırması durumunda NATO’nun Türkiye’ye yardım  etmeyeceği”belirtilmektedir.Türkiye’de şok etkisi yaratan bu mektuptan sonra, 18 Aralık 1965’de Kıbrıs’la ilgili olarak Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yapılan bir oylamada Türkiye’nin Garanti Antlaşması’ndan doğan müdahale hakkını kullanmasına  izin vermeyen bir karar kabul edilmiştir. Bu olay Türkiye’nin sadece Batı Bloku içinde değil,dünya üzerinde de yalnız kaldığını göstermektedir.

 

Türkiye bu olaydan sonra bir taraftan Kıbrıs Türkleri’nin soykırımını önlemek, diğer taraftan da görüşmeler yoluyla soruna siyasal bir çözüm bulmak arayışını sürdürürken, 1968’den itibaren de Türk toplumu lideri Rauf Denktaş ile Rum toplumu lideri Makarios arasında görüşmeler başlamış, ancak herhangi bir sonuç elde edilememiştir.

 

Yunanistan’ın 15 Temmuz 1974 tarihinde Kıbrıs’ta darbe yaparak ENOSİS’i gerçekleştirmeye çalışması üzerine Türkiye garantörlük hakkını kullanarak 20-22 Temmuz ve 14-16 Ağustos 1974 tarihinde Kıbrıs’a askerî harekatta bulunmuştur.Bu askerî harekat sonucu Kıbrıs Türklerinin can ve mal güvenlikleri temin edilmiş, adada gerek Türkler, gerek Rumlar tarafından özlenen kalıcı barış ortamı sağlanmıştır. Bu barış ortamında Rumlarca, 11 yıl devletsiz bırakılan Kıbrıs Türkleri, 13 Şubat 1975’de Kıbrıs Türk Federe Devletini kurmuşlardır.Daha sonra Self Determinatıon hakkını  kullanan Kıbrıs Türkleri, 15 Kasım 1983’de K.K.T.C. yi kurmuşlardır. KKTC bağımsız bir devlet olarak kurulmasına rağmen, Federal Kıbrıs Cumhuriyeti’nden yana olduğunu açıklamış ve toplumlararası görüşmelere iyi niyetle katılmaya devam etmiştir.

 

KKTC, Kıbrıs’ta varılacak olan nihai bir antlaşmada;

1-Türkiye’nin etkili ve fiili garantisinin devam etmesini

2-İki bölgeli, iki toplumlu, bağımsız ve bağlantısız federal cumhuriyetin kurulmasını

3-Merkezî hükümetin yetkilerinin sınırlı olmasını

4-Türklerin egemenlik ve siyasal eşitlik haklarının tanınmasını ısrarla istemiştir.

 

Buna karşın Rum kesimi, Türklerin egemenlik ve siyasal eşitlik haklarını tanımamıştır.İşgalci olarak niteledikleri Türk askerinin adadan çekilmesini ve Türkiye’nin garantörlüğü yerine uluslararası bir garanti sisteminin oluşturulmasını istemiştir.Yani Kıbrıs Rum yönetiminin yine tek hedefi ENOSİS’in gerçekleştirilmesidir.Bu nedenle Kıbrıs’ta uygulanacak politika, hem KKTC’nin, hem de Türkiye’nin geleceği ve güvenliği dikkate alınarak,ENOSİS yolunu tamamen kapatacak ve Kıbrıs Türklerini Rumların siyasî ve ekonomik esaretine mahkum etmeyecek bir çözüm tarzı olarak,ya KKTC’nin tanınmasına, ya da Türkiye ile entegrasyonuna yönelik olmalıdır.{/gizle}

 

3 Eylül 1939'da İngiltere ve Fransa'nın Polonya'yı işgal eden Almanya'ya savaş ilan etmesiyle başladı. Almanya, İtalya ve Japonya'nın oluşturduğu Mihver Devletleri ile Fransa,İngiltere,ABD ve SSCB'nin oluşturduğu Müttefikler dünyanın hemen her bölgesinde savaştı. 2. Dünya Savaşı topyekun bir savaştı,yani savaşa giren bütün ülkelerin tüm kaynakları ve insan gücü savaş için kullanıldı. Askerlerin yanı sıra milyonlarca sivil insan öldürüldü. Savaş Portekiz,İspanya,İsveç,İsviçre dışında bütün Avrupa'ya yayıldı. ABD,deniz filosunun Japon uçaklarına bombalanması üzerine Aralık 1941'de savaşa katıldı. 2. Dünya Savaşı Eylül 1945'te bitti. Bu savaşın sonuçlarından dünyanın pek az bölgesi kendisini kurtarabildi. Almanya'da Adolf Hitler'in diktatörlüğü,büyük can kayıpları ve büyük acılar pahasına yıkılabildi. Savaşın sonunda, SSCB ve bazı Doğu Avrupa ülkeleri yeni topraklar kazanırken, Japon ve İtalyan imparatorlukları yıkıldı.

Savaşın Nedenleri:

1. Dünya Savaşı'nın sonunda Almanya yenilmiş ve ağır koşullar içeren bir antlaşma yapmak zorunda bırakılmıştı. Almanlar 1919'da imzalanan Versay Antlaşması'nın haksız maddeler içerdiğini ve yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. 1920'lerde büyük ekonomik güçlüklerle karşı karşıya kalan Almanya'da 1933'te Adolf Hitler önderliğindeki Naziler iktidara geldi. Hitler,bir yandan Versay Antlaşması'nın geçersiz sayılmasına çalışırken,öte yandan da silahlı kuvvetlerini yeniden toparladı.

1919'da barışı korumak ve uyuşmazlıkları çözümlemek amacıyla kurulan Milletler Cemiyeti,bu görevleri yürütebilmek için gerekli olan yaptırım gücünden yoksundu. ABD bu örgütün dışında kaldı; öbür üyeler arasında da kararlara uymayan devletlere karşı zor kullanma konusunda görüş birliğine varılamadı. Bu sorun, 1931'de Japonya'nın protestolara aldırmayarak Cin'in Mançurya bölgesini ele geçirmesiyle iyice açığa çıktı. Japonya 1930'lar boyunca gücünü arttırdı. 1935'te faşist Benito Mussolini yönetimindeki İtalyanlar,Etiyopya'yı işgal ettiler. Milletler Cemiyeti bu kez de etkin önlemler alamadı.

Bu zayıflıktan yararlanan Hitler, 1936 Mart'ında Almanya'nın Ren Irmağı'nın batısında kalan topraklarına askeri birliklerini gönderdi. Oysa 1925'te Almanya ile Milletler Cemiyeti arasında yapılan antlaşmaya göre bu bölgede hiçbir devlet asker bulunduramayacaktı. Milletler Cemiyeti bu konuda da protestolar dışında yaptırım uygulamadı. Ardından İtalya ve Almanya,İspanya'daki iç savaşta cumhuriyetçi yönetime karşı faşist General Francisco Franco'nun saflarında savaşmak üzere asker gönderdi. böylece yeni silah ve uçaklarını da denediler. Yeni toprak kazanımları ve dünya egemenliği için Almanya,İtalya ve Japonya, Berlin-Roma-Tokyo Mihveri diye adlandırılan bir ittifak kurdular. Bu yüzden bu ülkeler Mihver Devleri adıyla anıldı.

1937'de Japonya,Çin'e karşı topyekun bir savaş başlattı. Bir yıl sonra Almanya,Avusturya'yı işgal etti; ardından da Çekoslovakya'da Alman asıllıların çoğunlukta olduğu Südet bölgesi üzerinde hakkı olduğunu ileri sürdü. İngiltere ve Fransa,Çekoslovakya'yı Hitler'in bu isteğine boyun eğmesinin yararlı olacağına inandırdı ve Eylül 1938'de yapılan Münih Antlaşması'yla bölge Almanya'ya bırakıldı. 6 ay sonra Hitler başkent Prag'ı bombalayacağını söyleyerek gözdağı verince Çekoslovakya Almanya'nın boyunduruğuna girdi.

Almanya'nın sonraki kurbanı 1. Dünya Savaşı'nın ardından bağımsız bir devlet olarak yeniden kurulan Polonya'ydı. İngiltere ve Fransa bu kez Alman saldırısına karşı Polonyalılara yardım edecekleri konusunda kesin güvence verdiler. Almanya,Polonya'ya saldırınca da 2. Dünya Savaşı başlamış oldu.

Avrupa'da Savaş Başlıyor:

Almanya Ağustos 1939'da SSCB ile 0 yıl geçerli olacak bir saldırmazlık paktı imzaladıktan sonra,1 Eylül'de Polonya'ya girdi. İngiltere ile Fransa sözlerini tutarak 3 Eylül'de Almanya'ya savaş ilan etti. Avusturya,Kanada ve Güney Afrika'nın da aralarında bulunduğu başka ülkeler de İngiltere ve Fransa'nın yanında yer aldı. Ama Müttefikler,Alman kara ve güçlerince hızla işgal edilen Polonya'ya yardım edemdi.17 Eylül'de SSCB de doğudan Polonya'ya girdi. Polonya teslim oldu. 80 bin kadar Polonya askeri mücadeleyi sürdürmek amacıyla önce Romanya'ya daha sonra da Fransa'ya giderek burada toplandı.

Ekimde SSCB, olası bir Alman saldırısına karşı bir batıda 'tampon devletler' oluşturmak amacıyla,üç Baltık ülkesini, Estonya,Letonya ve Litvanya'yı işgal etti. Ardından SSCB,Finlandiya'dan birliklerine Finlandiya topraklarına girme hakkının verilmesini istedi. Finlandiya SSCB'nin koşullarını kabul etmek zorunda kaldı.

Bunlar olurken batı oldukça hareketsizdi. Fransa,Alman sınırında Maginot Hattı adıyla anılan savunma hattını kurdu. Kuzeydeki İngiliz birlikleri,Belçika'nın savaşa girmemesi nedeniyle Almanlar'la hiç karşılaşmadı.

1940 Nisan'ında Almanlar,Norveç'e saldırdı. Amaçları denizaltıları için üsler kurmak ve İsveç'in kuzeyindeki madenlerden çıkartılarak denizyoluyla Norveç'in Narvik limanına getirilen demire el koymaktı. Alman birlikleri gemilerle geldi ve bir bölümü hiçbir engele karşılaşmazsınızın Norveç kıyılarına çıktı. Bir bölümü de İngiliz deniz güçleriyle,iki tarafın da eşit kayıplar verdiği sert çatışmalara girdi. Ama Almanlar kısa sürede Norveç'te Müttefikler'in asker çıkarma girişimlerini önleyebilecek hava üsleri kurdular. Norveç 9 Haziran'da teslim oldu. Almanlar'ın nisanda saldırdığı Danimarka da pek az direnebildi.

10 Mayıs 1940'ta başlayan Alman saldırısı,kısa sürede Belçika,Hollanda ve Lüksemburg'un işgaliyle sonuçlandı. Yardıma gelen İngiliz ve Fransız orduları da püskürtüldü. 13 Mayıs'ta Sedan'da Alman tankları Meuse Irmağı'nı geçti ve Fransa'nın içlerine doğru ilerledi. Hollanda 14 Mayıs'ta teslim oldu. Alman tankları kuzeye,kıyıya doğru ilerledi ve geri çekilen Müttefikler'in önünü kesit. Belçika 27 Mayıs'ta teslim oldu.

Belçika'da sıkışıp kalan İngiliz ve Fransız birlikleri büyük kayıplar verdi. İngiliz deniz güçlerinin yardımıyla Dunkerque kıyılarından 346 bin kadar Müttefik askeri kurtarıldı; ama silah,araç ve gereçler geride bırakıldı.

14 Haziran'da Almanlar Paris'e girdiler, 22 Haziran'da da Fransızlar ateşkes antlaşmasını imzaladılar. Alman güçleri Kuzey Fransa'yı ve bütün Atlas Okyanusu kıyılarını işgal etti. Mareşal Henri Philippe Petain Vichy'de Almanlar'ın denetiminde bir hükümet kurdu. İngiltere'de bulunan General Charles de Gaulle savalın sonuna kadar varlığını koruyan Çzgür Fransa Hareketi'ni kurarak işgalcilere karşı direnişe geçti. İngiltere'de ayrıca 'özgür' Polonya,Norveç,Belçika,Hollanda ve Çek askeri birimleri de oluşturdu.

Hitler bir sonraki hedef olarak İngiltere'yi seçti. Alman hava kuvvetleri Güney İngiltere'deki havaalanlarını ve limanlarını her gün bombalamaya başladı. İngilizler'in kesin direnişiyle karşılaşan Almanlar,ardından Londra'yı ve İngiltere'nin iç bölgelerindeki kentleri de bombaladı. Bu baskınlar pek çok sivilin ölümüne ve büyük zarara yol açtı. Buna karşılık İngiliz hava kuvvetleri de Fransa ve Belçika limanlarında askerleri Manş Denizi'nden geçirmek üzere toplanmış Alman gemilerini batırdı. İngiltere göklerinde Ağustos-Ekim 1940 arasında yapılan üstünlük savaşından sonra,Alman hava saldırıları gece bombardımanlarına dönüştü; 1941 ortalarına kadar İngiltere'deki kentler yoğun hava akınlarının hedefi oldu. Haziran 1940'tan sonraki bir yıl içinde yaklaşık 43 bin sivil yaşamını yitirdi;50 bin kişi ağır yaralandı.

Almanya SSCB'ye Saldırıyor:

Hitler'in SSCB ile 1939'da yaptığı saldırmazlık paktının asıl amacı,Almanya'nın aynı hem batıda,hem doğuda savaşmak zorunda kalmasını önlemekti. 1940'ta Alman orduları Fransa'yı göçertip İnglizler'i Avrupa'dan sürünce Hitler, SSCB'ye saldırmaya karar verdi. Hızlı bir harekatla SSCB üzerinden Ortadoğu'ya inmeyi tasarlamıştı. SSCB'ye saldırı Napolyon'un 1812'deki başarısız Rusya seferinden bir gün önce 22 Haziran 1941'de başladı. Finlandiya,Bulgaristan,Macaristan ve Romanya da SSCB'ye savaş açtılar. Savaş başlangıçta Almanlar için oldukça olum gelişti. Almanlar sonbaharda Leningrad kentine, aralık ayında da Moskova'nın banliyölerine ulaştılar. Daha güneyde de Don Iramağı ağzındaki Rostov kentine ulaştılar,ama kış gelince Alman birlikleri yorulmuş, savaşma güçleri azalmıştı.

Ardından SSCB'nin karşı saldırısı başladı. Hitler'in tasarılarında bu harekatın kıl gelmeden tamamlanması öngörüldüğü için,Alman askerlerinin giysileri soğuk kış günlerine uygun değildi. Büyük kayıplar verdiler ve SSCB'nin içlerinde tutunabilmelerine karşın başlangıçtaki güçlerini bir daha kazanamadılar.

1942'de Hitler, Karadeniz ile Hazar Denizi arasında bulunan Kafkasya petrol yataklarını ele geçirmeyi hedefledi. Bir Alman ordusu ağustosta Maykop'taki petrol merkezine ulaştı. Daha kuzeydeki Stalingrad kentine yönelik saldırıları ise başarısız oldu. SSCB birlikleri kenti sonuna kadar savundu ve kış bastırınca karşı saldırıya geçtiler. 250 bin kişilik Alman ve Romanya birliklerini kuşattılar ve şubat 1943'te bu birlikler teslim oldu. SSCB'nin 2. Dünya Savaşı ,'nın en büyük kara çarpılmasındaki başarısı Almanlar'ı,Kafkasya'dan çekilmek zorunda bıraktı. 1943 yazı başlarken SSCB orduları Almanlar'ı geri sürdü ve 1944 balında Polonya'ya, çok geçmeden de Romanya'ya girdi. Bu savaşta SSCB büyük yıkıma uğradı ve yaklaşık 20 milyon insanını yitirerek 2. Dünya Savaşı'nda en çok can veren ülke oldu.

ABD Savaşa Giriyor:

ABD savaşta tarafsız kalmasına karşın İngiltere'ye destek sağlıyordu. Çrneğin, 1940'ta ABD,deniz kuvvetlerinin 50 destroyerini İngiltere'ye ödünç vermişti.

7 Aralık 1941'de Pazar günü sabah saatlerinde,Japon uçak gemilerinden havalanan 360'ın üzerinde savaş uçağı, Hawaii Adaları'ndaki Pearl Harbor deniz üssünde bulunan ABD savaş gemilerine saldırdı. Japonlar bombaladıkları sekiz savaş gemisinden altısını batırdı ya da çalışamaz duruma getirdi; ama üssü kendisi pek zarar görmedi. Uçak gemileri o anda başka bir yerde olduğu için bu saldırıdan kurtuldu. Bu olay üzerine ABD kongresi, 8 Aralık 1941'de Japonya'ya, üç gün sonra da Almanya ve İtalya'ya savaş ilan etti.

Pearl Harbor baskınıyla aynı gün, Formoza'dan kalkan Japon uçakları Filipin Adaları'na saldırdı. Bu adalar daha sonra Japon birliklerince işgal edildi. General Douglas MacArthut komutasındaki ABD ve Filipin güçleri yenildiler ve bölgeyi boşaltmak zorunda kaldılar. Japonlar 1942 Mayıs'ında Filipinler'i ele geçirdiğinde 36 bin kadar asker ve 25 bin sivili esir aldı. Japonlar ,saldırını sürdürerek ABD'den Guam ve Wake adalarını,İngiltere'den de Hong Kong'u aldılar. Japon askerleri Taylan üzerinden hareketle Malaya'yı da işgal etti ve yarımadanın alt bölümlerine,Singapur'a doğru ilerlediler; Singapur 1942 şubat'ında teslim oldu.Daha sonra,Saravak,Brunei,Borneo,Timor,Cava,Sumatra,Selebes,Yeni Britanya,Solomon Adaları,Yeni Gine'nin doğusu,Gilbert Adaları da Japonya'nın eline geçti. Buraları savunmaya çalışan Müttefik deniz güçleri büyük kayıplar verdi,askerlerinin pek çoğu öldü ya da esir edildi.

Bu saldırılar sonucunda Japonya,Güney doğu Asya'nın denizden ulaşımını denetleyen adaları ele geçirdi. Japonlar ayrıca Çinhindi ve Taylant'dan geçerek Birmanya'yı da işgal etti ve oradaki İngiliz birliklerini Hindistan'a çekilmek zorunda bıraktılar. Güneydoğu Asya'da kurdukları üslerden Avustralya'ya hava saldırıları düzenlediler.

Batıdaki Deniz Savaşları:

Savaş başladığında İngiltere ve Fransa'nın güçlü donanmaları vardı. Alman donanması ise, daha küçük olmakla birlikte, modern ve etkiliydi. Uçak gemisi yoktu,ama güçlü savaş gemiler ve hızla artan denizaltı gücüyle ticaret gemilerine büyük zararlar verebiliyordu.

Akdeniz'ed İngiliz deniz gücünün üstünlüğü sayesinde,asker ve erzak taşıyan düşman gemileri batırılarak Kuzey Afrika harekatına yardımcı olundu. Ne var ki, İngiliz donanması da Alman denizaltılarının ve kıyıda üslenmiş savaş uçaklarının yarattığı tehlike yüzünden İngiliz gemileri Batı Çölü'ndeki savaş için gerekli desteği Cebelitarık Boğazı ve Akdeniz'den getirmek yerine,çoğunlukla Çmit burnu ve Süveyş kanalı yolunu izleyerek sağladılar.

Durmaksızın bombalanan Malta yalnızca denizaltılar ve küçük gemilerce kullanılabiliyordu. Bu yüzden İngilizler'in ana deniz üssü Mısır'da,İskenderiye'deydi. Zaman zaman Alman savaş gemileri Müttefik ticaret gemilerine saldırmak üzere Atlas Okyanusu'na açılıyordu. Daha sonra da ticaret gemisi görünümde,silahlandırılmış gemiler göndermeyi sürdüler.

Atlas Okyanusu'ndaki asıl savaş Alman denizaltılarıyla oldu. Bu savaş gece gündüz durmaksızın sürdü. Müttefikler'in,asker,savaş araç ve gereçleri de taşıyan ticaret gemileri konvoylar oluşturarak savaş gemilerinin koruması altında yol alabiliyorlardı. Uçak gemilerinden ve kıyıdaki hava üslerinden kalkan savaş uçakları da deniz savaşlarına katılıyordu,ama Alman denizaltılarına engel olmak çok güçtü. Savaş süresince bu denizaltılar Müttefikler'in 23.351 ticaret gemisini batırdı. Buna karşılık 782 Alman denizaltısı yok edildi.

Kuzey Afrika Çıkarması:

Müttefikler,mihver güçlerini yenmek için,önce Almanya'yı yenmek gerektiğini düşünüyordu. 1942'de Kuzey Avrupa'yı geri alacak güçleri olmayan Müttefikler,düşmanu önce Kuzey Afrika'dan sürmeye karar verdiler. Bu nedenle,General Dwight D. Eisenhower komutasındaki İngiliz ve ABD askerlerinden oluşan 100 bin kişilik bir kuvvet Fas ve Cezayir kıyılarına çıkarma yaptı.

Bu ülkeler,o sırada Vichy Fransa'sının denetimindeydi. Vichy yönetimi önce bu çıkarmaya karşı çıktıysa da,hemen ardından Müttefler'le işbirliğine girdi. Müttefikler önce doğuya,Tunus'a doğru ilerledi,ama Akdeniz üzerinden hava ve denizyoluyla getirilen güçlü Alman birliklerince durduruldu.

1943 Ocak ayı sonunda Montgomery'nin ordusu Batı Çölü'nü geçerek Tunus'a girdi. Zorlu çarpışmalardan sonra Müttefik orduları Mayıs 1943'te Alman ve İtalyan kuvvetlerini çökertti ve Mihver ordularının ancak küçük bir bölümü esir düşmekten kurtulabildi.

Müttefikler Kuzey Afrika'daki başarılarını,1943 Temmuz'unda Sicilya'yı işgal ederek sürdürdü. Bu harekat,limanları ele geçirerek değil,açık plajlara asker çıkararak yürütüldü. Daha önce önemli yol ve köprüleri ele geçirmek üzere planör ve paraşütlerle hava birlikleri indirilmişti. Ağustosun ortalarında ada ele geçirildi.

Sicilya'nın yitirilmesi ve İtalya'nın Müttefiklerce bombalanması İtalya diktatörü Bento Mussolini'yi çekilmeye zorladı. Eylül başlarında İtalya teslim oldu ve Malta'daki donanmasına el kondu. Bu olay İtalya'da Müttefikler ile Almanları karşı karşıya bıraktı.

Müttefik güçler 3 Eylül'de güney İtalya'ya birkaç gün sonra da Salerno Körfezi'ne çıktılar. Almanlar inatla direndiler. Ekimde Napoli'ye ulaşan Müttefikler yarımadanın ortalarında güçlü bir Alman savunması tarafından durduruldu.

1944 Ocak'ında Müttefikler, Anzio'ya çıkarak bu savunma hattının ardına geçmeye çalıştılar. Aynı zamanda bu hattın asıl güçlü noktası olan Cassino'ya yönelik saldırılar düzenlediler. Müttefikler Polonya birliklerinin Cassino'yu almasından sonra Anzio'daki kuvvetlere katılmak üzere kuzeye doğru ilerlemeyi başardılar. 4 Haziran'da Roma alındı.

Avrupa'da Savaşın Sonu:

İtalya'daki Müttefik güçler 13 Ağustos 1944'te Floransa'yı aldı. Almanlar bunun üzerine Pisa ile Rimini arasında bir savunma hattı oluşturarak kış gelene kadar burada tutundular. Nisan 1945'te Müttefikler Po Irmağı'nı geçti ve Alp Dağları'na doğru ilerledi. İtalya'da Almanlar 2 Mayıs'ta teslim oldular. İki gün sonra da Müttefikler Avusturya'dan güneye doğru ilerleyen ABD askerleriyle buluştu. SSCB birlikleri ise 1944 Haziran'ında Doğu Avrupa'da bir harekat başlattı. Temmuz sonunda Varşova'nın karşısında Vistül Irmağı'nın doğu kıyısına geldiler. Daha güneyde SSCB ordu,Romanya ve Bulgaristan'ı aldı. Finlandiya eylülde düştü. Ağustosta SSCB orduları iki koldan ilerlemeye başladı. Biri Baltık Denizi'nin doğu kıyıları boyunca,öbürü de Tuna vadis üzerinden Macaristan'a doğru hareket etti. Almanlar bu ilerlemeyi durduramayarak geri çekildiler.

1945 başlarında,Almanya'nın artık uzun süre savaşamayacağı ortaya çıkmıştı. Müttefik liderler,ABD Başkanı Roosevelt,İngiltere Başbakanı Churchill ile SSCB'nin önderi Stalin Kırım'daki Yalta kentinde toplandılar ve Almanya'nın koşulsuz olarak teslim alınması konusunda anlaştılar. Ayrıca savaş sonrası Avrupa'ya ilişkin planlar da yaptılar. Ocak 1945'te SSCB askerleri Oder Irmağı'nı Budapeşte'ye,nisan başında da Viyana'ya girdiler ve Berlin'e doğru ilerlediler. 25 Nisan'da Berlin'i kuşattılar. Kentin merkezinde ki bir yer altı sığınağından savunmayı yönetmekte olan Hitler savaşın yitirildiğini kavrayarak 30 Nisan'da intihar etti. Amiral Karl Dönitz'i kendi yerine atamıştı.

Dönitz'in temsilcileri Reims'e Müttefiklerle görüşmeye geldi. Batıda Müttefiklere teslim olmayı; ama doğuda SSCB'ye karşı savaşı sürdürmeyi istiyorlardı. Eisenhower Almanlar'ın her yerde koşulsuz teslim olmaları konusunda ısrar etti. Almanya'nın teslim olması 8-9 Mayıs 1945'te gece yarısı gerçekleşti.

Japonya'nın Teslim Olması:

ABD,Japonya'nın kıyı kentlerini yoğun bir biçimde bombaladığı sırada Başkan Truman,Japonlar'ın direnişini kırmak ve savaşı kısaltmak gerekçesiyle atom bombası kullanmaya karar verdi. Atom bombası ABD'de,gizlice geliştirilen ve büyük yıkım gücü olan bir silahtı. 6 Ağustos 1945'te ABD hava kuvvetlerinin bir bombardıman uçağı Hiroşima kenti üzerine ilk atom bombasını attı. 3 gün sonra gücü azaltılmış bir atom bombası da Nagasaki'ye atıldı. Bu bombalar Hiroşima'da 200 bin, Nagasaki de ise 80 bin sivlin ölmesine ve on binlerce kişinin yaralanmasına yol açtı. Bu kentler büyük ölçüde yıkıldı; bitki örtüsü çok zarar gördü. Atom bombasının yol açtığı radyasyon etkisi yıllarca. Radyasyon nedeniyle insanlar; daha sonra sakatlandılar ve öldüler. Uzun yıllar sonra bile özürlü çocuklar doğdu.8 Ağustos'ta SSCB de Japonya'ya savaş açtı ve Japonların elinde bulunan Mançurya ve Kore'yi işgale başladı. Bunun üzerine Japonya 2 Eylül'de resmen teslim oldu ve 2. Dünya Savaşı sona erdi.

Top